Selahattin Demirtaş’ın artık sadece bir politikacı olmadığını herkes öğrendi. Ve her geçen gün kimliğine eklediği özelliklerinden, isminin önüne koyduğu sıfatlardan oldukça rahatsız olanlar var. Bu rahatsızlığı vermeye devam edeceğine dair yeni işaretler, ipuçları gelmeye devam ediyor.
Seher’le ilk edebi ürününü verdiğinde burun kıvıranlar, azim, disiplin ve meraklı çalışkanlıkla işin buraya geleceğini kestirdiklerini sanmıyorum. Aslında bu disiplinli üretkenliği besleyen güdünün cezaevinde ayakta durma, direnme ve yaşama katılma becerisiyle aynı olduğunu gösteriyor, sezdiriyor ve hissettiriyor yazar bize; satır aralarında o kadar çok ipucu var ki, bazen gıptayla bazen yüreğimiz burkularak ve çoğunlukla da gurur duyarak izliyor ve görüyoruz.
Yazarak direniyor
Demirtaş’ın satır aralarına gizlediği -aslında ayan beyan ortada- yazıya, yazmaya, edebiyata olan tutkusunu, inadını kitabın sonunda dile getiriyor ama ondan öncesi var; Kader adlı öyküde belki kendi haleti ruhiyesini belki de karakterle özdeşliğini anlatıyor. Bundan öncesi de var elbette ortaya koyduğu eserler…
Selahattin Demirtaş ne yapıyor? 12 m2’lik çalışma odasında (!) hayal gücüyle Karayip Adaları’na gittiği de oluyor, Türkiye siyasetine yön verdiği de oluyor. Türkiye edebiyatına dâhil olma gayreti, becerisi ve takdire şayan başarısı -evet, ilk kitapla DAD arasındaki grafik bunun en güzel ispatı- okuyucularında bir beklenti yarattığı gibi yayınevlerinin de iştahını kabartıyor. Yani Demirtaş ne yapıyorsa en iyisini yapıyor. Edebiyatta da siyasette de. Türkiye politik arenasına rahmetli Erdal İnönü’nün ufak tefek çıkışlarını saymazsak bu kulvardaki en esprili dili getiren kişi diyebiliriz. İnsanlara gülmeyi unuttuklarını hatırlatıyor. Bunu da öyle zorlayarak değil, kendi doğal akışı içinde bazen spontane bazen de edebiyatında olduğu üzere ince bir edebi işçilikle kotarıyor.
Mizahın gücü
Gelelim yazının konusu olan Dipnot Yayınları’ndan çıkan DAD adlı öykü kitabına. Demirtaş’ın artık bir üslubu olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu üslubunu oluştururken mizahtan yararlandığını öğrenmiş olduk. Mizahın yıkıcı gücünü ayrımsarken kalıcılığını da nakış gibi işliyor eserlerine.
Öykülerinde ilk etapta kitap bütünlüğünde bir ortak tema yokmuş gibi görünse de aslında öyle olmadığını kitabı bitirince daha iyi anlıyoruz. Neşeli bir hüzün, ağır bir keder, dirençli bir yaşama arzusu ve sınıfsal çelişkileri oluşturan eşit, adil olmayan çalışma ve bölüşme şartları… Yazar, bunu neredeyse her eserine yerleştirmeyi bir görev addetmiş. DAD’daki öykülere kısaca bir göz atarsak:
Çöplük: Göçmen kampında tanıştığı ve aşık olduğu kıza olan vefasından dolayı şehrin çöplüğünde yaşamayı göze alan bir gencin hakim siyasal ve ekonomik sistemi ilişkiler üzerinden yerden yere vuran bir vodvil örneği. Çöp birikintilerinden, atıklarından üretimsiz bir toplumun tüketime olan iştahlı isteğini sınıflar arasındaki uçurumlara değinerek anlatıyor; kentlerde, mahalle ve semtler arasında fakir-zengin yapılanması var da çöplüklerde yok mu?
DAD: Üç kadın kafadarın internette tecavüzcülerin, tacizci ve düşkünlerin izini bulup peşlerine düşmelerine değinirken adalet sistemindeki işlevsizliği ve tıkanmayı su yüzüne çıkarıyor. Cezalandırma yöntemlerini, planlarını anlatırken geçmişe açılan bir pencereden DAD’ın başına gelenleri, neden adalet aradıklarını, adalete olan inançlarını ve kendi adaletlerini yaratma gayretlerini okurken bireysel adalet sağaltır mı sorusunu sorduruyor okura. Bölüm sonlarına tıpkı bir firkete gibi eklediği DAD’ın farklı dillerdeki manalarıyla oldukça dinamik bir öykü.
Beni Unutma: Soğukkanlılığı elden bıraktığımızda doğruların saklandığını, fevri davrandığımızda şantajcıyı, sanığı ve suçluyu nasıl uzakta aradığımızı hedefi ıskaladığımızı aldatılmış bir kadın ve erkek üzerinden hınzır bir dille anlatıyor.
Haydar Haydar: Oldukça komik, eğlenceli, esprili dilini konuşturduğu öykünün ana izleği; zengin çocuğu Haydar ile esnaf çocuğu Serkan’ın üniversite yıllarına dayanan arkadaşlıklarının hatırına Serkan’ın kısa yoldan köşeyi dönme teklifini devrime olan inancından dolayı reddedişini konu ediniyor.
Rutin yavaş yavaş öldürür!
Kader: Sevdiğinin ömrü her gün bir öncekine benzemeyen yazacağı öyküsüne bağlı olan Ulaş’ın Tanrı’yla olan anlaşmasında amatör bir yazarken nasıl da üretken ve “değişik” bir yazar olma zorunluluğuna değiniyor. Bir insanın kaderini yazarken ne kadar zorlandığını ama Tanrı olduğunun farkına varmayıp bocalamasını, tekrara düşmemesi gerektiğini, bir yazarın tıkanma sancılarını sevdiğine olan bağlılığı üzerinden anlatırken yazar için bu sevgili, belki de edebiyata olan tutkudur demeye getiriyor. Öbür türlü nasıl yeni bir şeyler yazılabilir ki? Tekrar yok! Tekrar öldürür. Oysa ömrümüzün yarısından çoğu rutin ve monoton şekilde geçiyorken ve biz buna oldukça alışmışken… Yazarın bu öyküdeki sert eleştirisinin hedefinde kaderimizi yazan var. Çok mu zor güzel bir kader yazmak, güne güzel başlayıp ömrü güzel bitirmek çok mu zor? Yeryüzünde kötülük olmak zorunda mı, kader kedere dönmek zorunda mı?
Öykünün diğer bir meramı da hayatı her gün güzel bir yerinden yakalamak mümkün. Bunun için hayatımızın değişik yerlerine ve zamanlarına bırakılan güzel, iç açıcı ipuçlarını görerek, fark ederek yaşamayı tercih etmek bize kalmış. Ama öyküye sinen ağır keder havası var, fakat bu ağır havayı artık üslubuna aşina olduğumuz esprili diliyle öteliyor, kasvetli dumanı kuvvetli bir vantilatörle dağıtmayı biliyor.
Kartonpiyer: Bana göre yazarın mizahı fezaya çıkardığı öykü. Gülmekten kırıldım desem yeridir. Hem eğlenceli hem yergisi yerinde bir öykü. Karakterin de dili bilincine uygun, sırıtmıyor. Kadın erkek arasındaki iletişimsizliğe değinirken esprili erkeklerin neden hep ipi göğüslediklerini finalde kaymaklı bir şekilde sunuyor bize. Muttalip’in bir Mehtap uğruna Ramazan’a dönüşme trajedisini kara komedinin zirvesine taşıyan yazar gülmecede iddialı olduğunu gösteriyor.
Mahkemede tecelli etmeyen adalet
Uçurum: Birçok öyküde yaptığı gibi (vurucu gücü) bu öyküde de hazırlanan komployu hikâyenin sonuna saklayan yazar, bir akıl hastanenin entrikalı günlüğünü sunuyor. Her seferinde akıl hastanesinden kaçmak isteyen Vedat’ın atak geçirip Atakan’a evrilmesinin arka perdesini vicdan muhasebesi ekseninde okuyucuya sunan yazar, mahkemede tecelli etmeyen adalet kürsüsünü hastaneye kuruyor. Okuyucunun Kader öyküsüyle organik bir bağ kurması zor olmuyor.
Düriye’min Güğümleri: Vergi Müfettişi Cevdet, 25 yıllık mesleki hayatında çalıp çırpmanın inceliklerini öğrenip de emekli olduğunda kendini dedektif olarak tanıtır herkese. Bu hünerlerini sergileyeceği bir fırsat önüne çıktığında kendinden oldukça emindir. Fakat ava giderken avlanacağı hiç aklına gelmez, oysa her iş kolunda daha iyi bir usta her zaman vardır.
Çıplak: Kitabın son öyküsü olan Çıplak’ın ana derdi yazının başlığında olduğu gibi İran Molla Cumhuriyeti’ndeki Mahsa Amini cinayetini protesto etmek için sokaklarda direnen halkın nasıl bir umuda, beklentiye vesile olduğunu anlatıyor.
Selahattin Demirtaş’ın öykülerindeki karakterler, adaletli, vicdanlı ve direnen insanlardan oluşuyor. Her öyküsünde seveceğiniz bir kadın karakter mutlaka oluyor. Erkeklerin acınası yönlerine mercek tutarken acıklı hallerini mizahi bir dille anlatıyor ki bu da incitmiyor. Birkaç öyküsünde arafta kalanları irdelerken “belki de çok geç değil, doğrusunu yapmanız için” demeye getirdiğini sanıyorum.