Kürt toplumu da en az Filistin toplumu kadar mağdur ve zulme uğramaktadır. Yine Kürt halkı en az Filistin halkı kadar İslami bir halktır. Bu nedenle İslami hassasiyet her ikisine de sahip çıkmayı gerektirir. Aksi takdirde salt birine gösterilen hassasiyetin inandırıcılığı olmayacaktır
Seyithan Akyüz
Kürt toplumu, Türkler, Araplar ve Farslarla birlikte yaşadığımız coğrafyanın en büyük topluluğunu oluştururlar. Bu dört topluluğun yaşadığı bu coğrafya ise, neredeyse çıkışından beri, tek tanrılı dinlerin sonuncusu olan İslamiyet’in egemenliği altındadır. Her dört toplumun ezici çoğunluğu da İslamiyet’i kendilerine din olarak kabul etmişlerdir. Elbette bu dört topluluk da İslamiyet öncesi inançsız değillerdi. Herkesin kendine göre bir inancı vardı. Kimisi putperest, kimileri Zerdüşti, kimisi de Şamanizm’e inanırdı. Bunların yanı sıra her birinin İslamiyet’i kabul etme hikayeleri de (bazı noktalarda benzerlik olsa da) farklıydı. Örneğin Kürtlerin İslamiyet’i kabul etmesinin gönüllülükten çok, zora dayandığı tüm tarihçilerin buluştuğu ortak noktadır. Denilecek ki Farslar ve Arapların bir kısmı da benzer şekilde İslam dinini kabul etmek durumunda bırakılmışlardır. Evet, bu konuda benzerliklerin olduğunu kabul etmek gerekir. Ama zor’un içeriklerinin bile birbirinden farklı olduğunu unutmayalım. Asıl konumuz İslamiyet’in zorla kabul ettirilmesi olmadığı için bu hususu geçiyoruz. Asıl ortaya koymaya çalıştığımız şey, İslamiyet’in bu topluluklara neler kattığıdır.
Araplardan başlarsak, evet semavi dinlerin sonuncusu olan İslamiyet, Arap yarımadasında doğmuştur. Arabistan’ın Mekke kentinde ve Hz. Muhammed önderliğinde doğup gelişen bu din, zorlu mücadeleler sonucunda kısa sürede tüm yarımadaya yayıldı. Burada vurgulamak gerekir ki, bilinenin aksine Hz. Muhammed’in dahice geliştirdiği İslamiyet ile Arapların salt bir din değiştirme olayı yaşamadıklarıdır. Zira geliştirilen bu dinle hedeflenen tek başına bir din değiştirme değildi. Din değiştirmenin yanı sıra dağınık olan Arap aşiretlerini birleştirmek temel hedefti. Nitekim Araplığın bu gelişmenin ardından din soslu bir uluslaşmaya doğru evirildiği görülmüştür. Daha sonra Arap dilinin ve kültürünün İslamiyet dayanak yapılarak birçok yerde başat hale getirilmesi, bu gerçeği açıkça gözler önüne sermiştir. Hatta Arapça dili İslam adına fetih edilen tüm alanlarda neredeyse kutsal bir dil olmuştur. Kürdistan’da insanların Arapça yazılı bir şey bulduklarında öpüp başlarına koyması, bu gerçekliğin ne kadar derinlemesine geliştiğini gösteren bir başka örnektir. Tabii ki bu yaklaşım sadece Kürtlerde ortaya çıkmadı. Kürtlerle birlikte Türk ve Farslarda da benzer bir yaklaşım ve anlayış gelişti. Bu yaklaşım ve anlayışın İslamiyet olmaksızın çıkması elbette beklenemezdi. Bu nedenlerle Arap ulus ve ulusallaşmasının doğup gelişmesinde İslamiyet’in hayati derecede rolü olduğu inkâr edilemez bir gerçekliktir. Başka bir ifadeyle İslamiyet, Arap dil ve kültürünün gelişip yayılmasında katalizör rolü oynamıştır. Yani İslâm’la yükselişe geçen esas milliyet Araplar olmuştur.
Araplardan sonra İslamiyet’i basamak yaparak milliyetleşen bir diğer etnik topluluk da Farslar olmuştur. Bilindiği gibi Farsların yaşadığı coğrafya, Sasani imparatorluğunun yıkılmasıyla İslamiyet’e geçmiştir. İslamiyetin İran coğrafyasını fetih etmesi ise, 7. yy’ın ikinci yarısının hemen başında gerçekleşmiş ve Farslar başından itibaren İslamiyet’in Sünni yorumuyla kıyasıya bir mücadeleye girişerek, bu dinin Şia mezhebinin gelişimine öncülük etmiştir. İslam’ın ikinci halifesi olan Hz. Ömer döneminde fetih edilen İran coğrafyası, sonraki dönemlerde hep İslam dininin egemenliği altında kalmıştır. Sözkonusu tarihte İslamı kabul eden Farslar da Araplar gibi İslamı basamak yaparak kendi ulusallıklarını geliştirmişlerdir. Dolayısıyla İslamiyet’in Farsların milliyetleşmesindeki rolü önemli olmuştur. Farsların bugün bile İslam dünyasında önemli bir konuma sahip olması, İslamın Şia kolunun ideolojik etkisinin derinliği sayesinde olduğunu unutmamak gerekir. Başka bir söylem ile belirtecek olursak, İslamiyet’in Fars milliyetleşmesindeki rolü küçümsenemez boyutlarda olmuştur.
İslamiyet’i basamak yapıp millet olarak büyük kazanımlar elde eden bir başka etnik topluluk ise Türklerdir. M.S 9. yy’da yaşadıkları Orta Asya’da çoğunlukla hayvancılıkla yaşamlarını idame etmeye çalışan Türkler, yaşanan kuraklık, salgın gibi tabiî olayların etkisiyle batıya doğru göç etmeye başlamışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası uygun yeni bölgelere göç etme arayışına götürmüştür. Her ne kadar Türklerin İslamiyet ile 751 yılında Talas Irmağı kenarında Arap ordularıyla Çinlileri yenilgiye uğrattıkları savaşta tanıştıkları belirtilse de, esas olarak İslamlaşmaları batıya doğru yaşadıkları göçten sonra olmuştur. Peyderpey batıya göç eden Türk boyları, dönemin İslam hanedanı olan Abbasiler’e askerlik yapmışlardır. Bir fetih dini olan İslamiyet’te askerlik yapmak ise, güçlenmenin ilk adım olmaktadır. Çünkü dönemin en büyük gücü, fetihleri gerçekleştiren askerlerdir. Bu gücün farkında olan ve akıllıca kullanan Türk boyları, daha sonra bu güç sayesinde göç ettikleri bölgelere yerleşmiş ve iktidarı ele almışlardır. Nitekim sonraki süreçlerde İslamiyet basamak yapılarak hem milliyetleşmiş hem de büyük bir imparatorluk kurmuşlardır. Dolayısıyla İslamiyet’in Türk kültürünün gelişip yayılmasındaki rolünün, en az Arap kültürünün gelişip yayılmasındaki rolü kadar olduğunu belirtmek abartı olmayacaktır.
Yaşadığımız coğrafyanın dördüncü en büyük topluluğu olan Kürtlerin İslamiyet’e geçişleri ise, 7. yy’ın ilk yarısında olmuştur. İslam’ı yayma sebebiyle fetihler yapan Arap orduları, 640 yıllarında Kürdistan’ı fetih ederek, Kürtleri İslamlaştırmışlardır. Elbette Kürtler, İslamiyet’i öyle güle oynaya kabul etmemişlerdir. Bunun için büyük mücadeleler vermiş ve yaşadıkları inancı korumaya çalışmışlardır. Ama İslam ordularının büyük gücü karşısında daha fazla dayanamamış ve İslam’ı kabul etmek durumunda kalmışlardır. Tarihçilerin konuyla ilgili dile getirdikleri ‘bir gecede 40 bin Kürt kılıçtan geçirildi’ belirlemesi o dönemin nasıl çetin bir mücadeleye sahne olduğunu gözler önüne serer. Buna rağmen İslamiyet’i kabul etmeyen Kürtler de olmuş ve kendileri açısından en korunaklı yer olarak gördükleri dağlara çekilmişlerdir. Buna karşılık İslamiyet’i Kürdistan’a taşıyanların kendi dil ve kültürlerini dayatmaları, Kürt toplumunu ağır bir asimilasyona tabi tutmuştur. Bu dönemlerde egemen olanlar, İslam’ın verdiği güçle Arap, Fars ve Türk kültürünü Kürdistan’da egemen hale getirmiş ve asimilasyonun en ağırı olan kültürel asimilasyonu uygulamışlardır. Elbette egemen güçler kadar Kürt işbirlikçi üst tabakasının bu asimilasyondaki rolü de yadsınamaz boyutlarda olmuştur. Dolayısıyla Arap, Fars ve Türklerin aksine Kürtler İslam ile milliyetleşmek bir yana, derin bir kültürel asimilasyona uğramış ve tabiri caizse halk olarak kapsamlı ulusal parçalanmaya maruz kalmıştır. Kuşkusuz burada suçlu olan İslam değil, İslam’ı bir araç olarak kullanıp Kürt toplumuna bu kötülüğü yapan egemenler ile Kürt işbirlikçi üst tabakasıdır.
Ama ilginç olan İslamiyet’i zorla kabul etmelerine karşın, Kürtlerin hiçbir zaman İslamiyet’i bir araç olarak kullanmamış olmalarıdır. Hatta coğrafyamızda İslami değerlere en bağlı halk olarak kalmasını bilmiş ve bu değerleri korumak için hiçbir tereddütte bulunmamışladır. Maalesef buna rağmen İslam dünyasının üvey evlatları olmaktan kurtulamamışlardır.
Bugün İslami hassasiyetle Filistin’e sahip çıkanların, söz konusu Kürtler olunca hiçbir şey olmamış gibi davranmaları, bu gerçekliğin ne kadar derin yaşandığının çarpıcı ifadesidir. Oysa Kürt toplumu da en az Filistin toplumu kadar mağdur ve zulme uğramaktadır. Yine Kürt halkı en az Filistin halkı kadar İslami bir halktır. Bu nedenle İslami hassasiyet her ikisine de sahip çıkmayı gerektirir. Aksi takdirde salt birine gösterilen hassasiyetin inandırıcılığı olmayacaktır.