AKP’nin kadınlara dönük siyasetini değerlendiren Seher Akçınar: ‘Milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı erkek aklı, kadınların kazanımlarını elinden almak için büyük bir uğraş içerisinde’
Hüseyin Kalkan
Söyleşimizin dün yayınlanan ilk bölümünde İslamcıların iktidarla imtihanını sorgulayan Seher Akçınar ile bugün kadın sorununa AKP iktidarının yaklaşımını ele aldık. İktidarın eril dilini eleştiren Akçınar, bu dilin kadın sorununu negatif etkilediğini söylüyor. Bu eril zihniyet değişmeden İstanbul Sözleşmesi yürürlükte kalsa bile durumda bir değişiklik olmayacağını belirtiyor. Seher Akçınar, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinin İslami hiçbir dayanağının olmadığını vurguluyor.
- Bazıları AKP döneminde kadınların görünür olduğunu söylüyorlar. Sizce AKP iktidarı döneminde kadınlar için iyileşmeler oldu mu?
AKP döneminde başörtülü kadınların kamusal alanda görünürlüğünün arttığı bir realitedir. Nitekim öncesinde 1997-2009 arası yaklaşık 12 yıllık başörtüsü yasakları vardı. Yasak 2009’larla beraber kalkmaya başlayınca başörtülü kadın eğitim ve çalışma yaşamındaki yasağın kalkmasının özgüveni ile her alanda daha görünür hale geldi. Bu açıdan yasağın kalkması elbette oldukça önemli bir adım oldu. Fakat bu kadın meselesindeki ihlal alanlarının tümünde iyileştirmeye gidildiği anlamına gelmiyor. Başörtüsü yasaklarının kalkma arefesinde farklı meslek gruplarından bir grup başörtülü kadın “henüz özgür olmadık” adı altında bir bildiri yayınlamış ve Türkiye’deki tüm etnik, dinsel ve sınıfsal eşitsizliklerin kalkmaması halinde mevcut özgürlüklerin eksik kalacağını ifade etmişlerdir. Fakat gelinen süreçte bu bildirinin arkasında duramayan bazı eski başörtüsü mağduru, şimdinin iktidar sarhoşu kadınlar var. Bununla beraber başörtüsünü kadın özgürleşmesinin önünde engel olarak görüp, başörtülü kadının bu görünürlüğünden oldukça rahatsız olan bir kesim de vardır. Başörtülü ifadesini kullanışım kadınları başı örtülü ya da başı açık şeklinde kategorize etmek amacı ile değildir, sosyolojik bir realiteye tekabül ettiği için kullandım. Bu yönüyle başörtülü kadınlar diye tanımlayabileceğimiz homojen bir sınıf yok. Farklı farklı görüşlere sahip dinin, geleneğin, kültürün, siyasalın ve hatta iktidarın etkisiyle değişip dönüşen dindar kadınlar var. Örneğin Kürt meselesi ya da kadın meselesinde asla paydaş olamayacak pek çok başörtülü kadın var. Ve bence dindar kadınlar açısından en önemlisi de İslami feminizm akımını okuyan, tartışan, irdeleyen, artık yönetilmek değil aynı zamanda yönetmek de isteyen, hiyerarşiyi reddeden, değişen dönüşen değil değiştirip dönüştüren ve karar alma mekanizmalarında yer almak isteyen kadınlar var. Bu değişim sessiz ama kararlı adımlarla geliyor.
- Son yıllarda artan kadına karşı şiddet ve cinayetlerin AKP iktidarının yarattığı kültürel ve siyasi ortamla ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var. Kadın meselesinin çözülmesi Kürt meselesinin çözülmesinden daha zor ve sancılı bir süreçtir. Her ikisinin de temelinde eşitlik-adalet sorunu vardır ve egemen-sömürülen ilişkisi üzerine kurulmuşlardır. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki sayısal verilere bakıldığında görünür bir artış söz
konusudur. Elbette bu durum siyasal iktidarların dilinden ve uygulamalarından bağımsız değildir. Kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı ve egemen dilin toplumsal alandaki her kesim gibi kadın cinayetlerine de negatif etkisinin olduğu aşikardır. İktidarın kadın meselesinde yasal düzlemde kısmi iyileştirmeleri olsa da uygulamada oldukça ciddi sorunlarla karşılaşmaktayız. Yargı erkindeki hakim anlayışın eril zihniyetten beslendiğini en son Musa Orhan kararında alışıldık bir biçimde gördük. Nitekim doksanlardan beri devlet güçlerinin cinsel saldırı davalarına bakan avukat Eren Keskin, “700’den fazla kadının kolluk kuvvetleri tarafından istismar edildiğine dair başvuru aldıklarını, hakimler ve savcıların devlet görevlisini tecavüz suçundan tutuklamaktan korktuklarını, bu saldırıya maruz kalan kadınların ağırlıklı olarak Kürt illerinde olduklarını veya muhalif görüşe sahip kadınlar olduklarını” ifade etmiştir. Kendinden olanı koruyan hakim anlayış kendisinden olmayana her türlü gaspı ve ayrımcılığı reva görmekte. Dinsel, kültürel, eğitsel, siyasal, yargısal, ekonomi ve kadın alanı dahil her alanda bunu yapmakta. 18 yaşında bir kız yaşamını yitiriyor, faili “kaçma şüphesi olmadığı” gerekçesi ile serbest bırakılıyor. Gerçekten kaçma şüphesi olmayan onlarca siyasi tutsak ise cezaevlerinde tutuklu olarak yargılanıyor. Aynı şekilde farklı siyasal partilerden olunca tecavüzü açığa çıkarma, kendi partisinden olunca üstünü örtme girişimi, siyasal iktidarın kadın meselesine ne kadar politik ve kirli bir yerden baktığının göstergesidir. AKP içerisinde İstanbul Sözleşmesi ve kadın hakları savunuculuğu yapan kadınların içinde bulundukları siyasal organizasyondan bağımsız bir biçimde en radikal hali ile, parti organlarına tam anlamı ve en kaba ifadesiyle kök söktürmeleri gerekmektedir. Musa Orhan’ı tutuklatmayan bir İstanbul Sözleşmesi savunuculuğu meşruiyetini yitirmiştir. Aksi halde İstanbul Sözleşmesi savunuculuğu kadın meselesi üzerinden rant avcılığının ötesine geçemez. Asıl erdem mağdurun kimliğine, mağdur edenin apoletine bakmaksızın Fırat’ın öte yakasındakinin hakkını savunabilmektir. Hz. Peygamber döneminde kız çocuklarını diri diri gömen anlayış bugün hala varlığını sürdürmektedir. Pek çok kadın ayrılmak istediği ya da ayrıldığı eşi, sevgilisi ya da yakınları tarafından sokak ortasında şiddete maruz kalıyor ya da öldürülüyorsa; kendisini “kadının sahibi bilen, öldürme hakkı gören” erkek, kadını yok sayan iktidarların ve yasal uygulamaların ürünüdür. Kadına yönelik her türlü şiddetin politik oluşu siyasal iktidarların kadın meselesindeki hastalıklı zihniyetinin sonucudur. Bu nedenle bilhassa yasal uygulamalardaki problemler, kolluk güçlerinin kadınlara yaklaşımları, topyekün gelenek, kültür, din, eğitim, siyaset gibi pek çok alanın eril zihniyetle inşa edilmesi şiddet ve cinayetleri arttırmaktadır.
- AKP-MHP ittifakının İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul Sözleşmesi eril zihniyetin tahakkümünü kaldırarak ve kadının onun karşısındaki dezavantajlı durumunu iyileştirmek üzerine kurulu özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet, ev içi şiddeti önlemeye dönük, her türlü ayrımcılığı reddeden bir sözleşmedir. Burada milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı erkek aklı bu kazanımı kadınların elinden almak için oldukça büyük bir uğraş içerisinde. Ancak burada hükümete yakın KADEM ve türevi kadın kuruluşunun sözleşmeyi savunması oldukça önemli bir adımdır. Sözleşme karşıtları sözleşmeye; “kadınlar yasaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar, LGBT’i meselesi özelinde toplum cinsiyetsizleştiriliyor, aile içi rızasız cinsel ilişki tecavüzcülük olarak tanımlanıyor, aileyi dağıtıyor, kadının beyanı esas alındığı için kadının erkek aleyhine yalan söyleyebileceği, sözleşme yürürlüğe girdikten sonra kadın cinayetlerinin arttığı, şiddet uygulayan erkeğin evden uzaklaştırılmasının aile içi uzlaşmayı zorlaştırdığı, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının kadın-erkek rollerini altüst ettiği, 18 yaş altı evlilikleri cinsel istismar suçu kapsamına aldığı” gibi temelsiz iddialarla karşı çıkmaktadırlar. Oysa sözleşme yeterli ve ideal olmamakla beraber kadınların haklarını koruyan önemli bir kazanımdır. Kadınlar sözleşme konusunda asla taviz vermeyeceklerdir. Her ne kadar iktidar şu günlerde sözleşme karşısında sessiz kalsa da, bir taraftan kadınların sözleşmenin kaldırılmamasına ilişkin çabaları, bilhassa hükümete yakın kadın örgütlerinin sözleşmeyi savunuyor oluşu sözkonusuyken; diğer taraftan İslamcı eril kesimlerin hükümetle görüşüyor oluşu, İslamcı ahlaka bu kez İstanbul Sözleşmesi özelinde kadın meselesinde bir kez daha sınav verdirtiyor. Bu durumun sonuçlarını önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz. Ancak velevki İstanbul Sözleşmesi geçerliliğini korusun zihniyet değişikliği ve uygulamadaki aksaklıklar düzeltilmeden bu sözleşmenin varlığının anlamı olmayacaktır.
- Ayasofya’nın cami yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu adım bekledikleri faydayı sağladı mı?
Kuran’ı Kerim Hacc Suresi 22. Ayet’te “Rabbimiz Allah’tır demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın insanları kimini kimiyle yenilgiye uğratması olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çok anıldığı mescitler muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah güçlü olandır, aziz olandır” der. Ayette de açık ifade dildiği üzere Hz. Peygamber’den itibaren İslam topraklarında yaşayan Yahudi, Hıristiyan, Sabii, Mecusi vs. gibi diğer dinlere mensub olanların din ve vicdan özgürlüğü korunmuş ibadethaneleri hiçbir biçimde başka bir dinin ibadethanesine dönüştürülmemiştir. Bırakın ibadethaneleri o dine girmeleri için zorlanmamışlardır. Muhammed Hamidullah Hz. Peygamber döneminde Necran Hıristiyanları ile yapılan bir anlaşma hükmünün gereğince “Kiliselerin hiçbiri yıkılamaz. Kiliseyi camiye ve evleri Müslüman evlerine dönüştürülemez (Tabakatu’l Kubra, C.1. s291)” olduğunu ifade etmiştir. Görüldüğü üzere İslam’ın iki temel referansı olan Kuran ve Peygamber uygulamalarında hiçbir dönemde bir ibadethane başka bir ibadethaneye dönüştürülmemiştir. Ve hatta dört halife döneminde dahi tek kilise ya da havra camiye dönüştürülmemiştir. Hz. Ömer döneminde Kudüs ele geçirildiğinde Hz. Ömer Emannamesi olarak yayınlanıp uygulamaya konulan sözleşmede şu ifadeler vardır: “Kiliseler mesken yapılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilemeyecek, içindeki kutsal emanetlere dokunulmayacak. Malllarına el sürülmeyecek”. Bu ifadelerle Hıristiyanların ibadethanelerinde ibadetlerini özgürce yapılması güvence altına alınmıştır. Emevilerle başlayan bozulmalar ve günümüze gelen uygulamalarda radikal örgütlerin başka dinlere mensup ibadethaneleri tahrip ettiğini görmekteyiz. Ayasofya ise Ortadoks katedrali olarak inşa edilmiş, İstanbul’un alınması ile beraber camiye, 1934’te müzeye ve 2020’de yine camiye dönüştürülmüştür. Bu uygulama Kuran, sünnet ve dört halife dönemindeki dini uygulamalar ile çelişmektedir. Bu yüzden Ayasofya’yı camiye dönüştürmenin İslami hiçbir dayanağı yoktur. Ve çevresindeki camiler dahi ibadet için yeterince dolmazken orasının camiye dönüştürülmesinin ne cami cemaatine ne de İslam’a bir katkısı yoktur. Bu karar AKP iktidarının söyleşimizin başından itibaren ifade ettiğimiz milliyetçi ve İslamcı karakterinin tezahürüdür. Benzer şekilde Taksim’e cami yapma girişimi de aynı minvalde okunabilir. Bu açıdan bakıldığında AKP iktidarının otoriterleşme isteği, bu kararını danıştaya onatması, kılıç hakkı söylemleri zaten ülke sınırları içerisinde yani ülke egemenliği altında olan tarihsel, kültürel, sanatsal ve dinsel anlamda insanlığın ortak mirası olan Ayasofya’nın camiye ve bunu adeta bir “fetih ruhu” ile şölene dönüştürmesini anlaşılır kılmaktadır.
BİTTİ