İslâmiyet’le birlikte Araplar, çığ gibi büyüyen istilalarıyla Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya içlerine kadar sel gibi akarken, bundan en büyük zararı, kuzeydeki Aryen kökenli geleneksel topluluklar ve bunların önde geleni olan proto-Kürtler ve Kürtler gördüler
Ali Adalı
Kürtlerin Türk kavimleri, beylik, sultanlık ve boylarıyla kurduğu ilişkilerin mahiyeti doğru kavranmadan, her iki toplumun Varoluş Tarihleri doğru yazılamayacaktır. Kürtlerin Türklerle ilişkilerinde Varlıkları, asimilasyonla ya da askeri zorla tehdit altına girsin diye değil, Varlıklarını birlikte daha güçlü korumak ve geliştirmek için bu stratejiyi benimsediklerini çok iyi anlamak gerekir.
Orta Asya’nın gerek iklimsel gerekse toplumsal koşullarında meydana gelen olumsuzluklar nedeniyle 10. yüzyılda Ortadoğu’ya doğru göçlerini hızlandıran Türk boyları, kendileri için sürekli yaşayabilecekleri yeni yurtlar arama peşindeydiler. Geleneksel İran İmparatorluk arazilerinde fethe dayalı yerleşkeler oluştursalar da bunlar, pek kalıcı olamamıştı. Hem iç boy ilişkilerinde hem de komşu kavimlerle ilişkilerde, sürekli iktidar boğuşmalarını yaşıyorlardı. Çatışmalar, kalıcı ve güvenlikli bir yerleşmeye çok az olanak tanıyordu. Dolayısıyla daha batıya doğru ilerleyerek, Arap ve Bizans İmparatorluk arazilerine açılmaları, zorunluluk arz ediyordu. Bu sefer kavim olarak karşılarına Araplar, Kürtler ve Ermeniler çıkıyordu. Arap Abbasi sultanlarının en önemli devşirme askerleri, Türk kökenliydi. Bu yöntemle ancak en seçkin savaşkan Türkler iskân edilebilirdi. Kaldı ki bunlar, kısa sürede kolayca Araplaşıp kendi kabile kültürleriyle bağlarını kesebiliyorlardı. Geriye kalan geniş boy birliklerine acilen yerleşim alanlarının sağlanması, temel sorun olarak duruyordu. Arap sahasında özellikle bugünkü Irak’tan Mısır’a kadar uzanan alanlarda, askeri yetenekleri temelinde Atabekler ve Hanedanlar olarak birçok beylik oluşturmuşlardı. Fakat akınların büyüklüğü karşısında bu beylikler, ihtiyacı karşılayamıyordu. Burada da askeri-devşirme olgusu temel olup, geri kalan Türk boyları, daimi bir arayış halinde olmaya ve göçebe olarak yaşamaya devam ediyorlardı. Kürtlerle tarihsel temasları, bu arayışlar sırasında gelişti.
İslâmiyet’le birlikte Araplar, çığ gibi büyüyen istilalarıyla Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya içlerine kadar sel gibi akarken, bundan en büyük zararı, kuzeydeki Aryen kökenli geleneksel topluluklar ve bunların önde geleni olan proto-Kürtler ve Kürtler gördüler. Kürtler, belli bir direnmeden sonra İslâmlaşarak, Kürt kabile üst tabakası Arap-İslâm asimilasyonunu kabul ederek; alt tabaka Tasavvufi Sivil Toplumlar oluşturarak ve geleneksel olarak hep yapıldığı gibi dağların doruklarına ve enginliklerine çekilerek Varlıklarını Koruma Stratejileri geliştirdiler. Bahsedildiği gibi bu stratejilerle varlıklarını, olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte korumayı ve geliştirmeyi başardılar. İşbirlikçi üst tabaka, olumsuz yönü ağır basan Sünni bir Milliyetleşmeyi (kendini ağırlıklı olarak Arap Milliyetinden sayma, işine geldiği vakit Kürtlüğü kullanma) varlık gerekçesi haline getirirken, alt tabakalar olumlu yönü ağır basan Sivil Toplum karakterli Tasavvufi Tarikatlar (özellikle Medreselerde) temelinde Halklaşma yolunda ilerlediler ve Ortaçağ’da Kürt gerçekliğine önemli katkılar sağladılar.
Malazgirt Savaşı, en az Türkler kadar Kürtlerin de savaşıdır
Kuzeyden ve batıdan İskender’le başlayan, Roma ve sonrasında ardılı olan Bizans İmparatorluğu’yla devam eden İran, Pers, Part ve Sasani İmparatorluklarına yönelik saldırıların yol açtığı savaşlar, ağırlıklı olarak Kürt kökenli toplulukların temel yaşam alanlarında gerçekleşiyordu. Kuzeyden, güneyden ve batıdan gelen bu tarihsel saldırı akınları, Türk boy beylikleri ve ardından gelen imparatorluklarının akınlarıyla İran İmparatorluğu’nu yıkmaları sonrasında doğu yönünden güç kazanıp katlanarak gelişti. Böylelikle cennet olarak tabir edilen topraklar, lanetli topraklar haline geldi. Kürtlerin talihsizliği ve lanetliliğinin arkasında, böylesi acımasız savaşlarla yüklü bir tarihin bulunduğunu önemle belirtmek gerekir. İster Kabile ve Aşiretler olarak varlık bulsunlar, ister kavim olarak varlık kazansınlar, Kürtler, dıştan kaynaklı ve her dem iç uzantıları bulunan olumsuz sonuçlar doğurucu güçlerin farkındaydılar. Türk beylik, sultanlık ve kabile boylarıyla bu ahval ve şerait içinde karşılaştılar. Her iki güç de tecrübeli ve savaşkandı. İlk temaslarında bazı çatışmalar yaşasalar da ağır basan yön dostluk ve uzlaşmaydı. İki tarafın da buna şiddetle ihtiyacı vardı. Çatışma yolunu tercih etmeleri, her iki tarafa da stratejik olarak kaybettirebilir, birlikte tükenebilirlerdi. Bu yönlü bilincin, her iki tarafta da var olduğu anlaşılıyordu.
Abbasi halifesinden sultanlık unvanı alan Oğuz-Selçuklu Hanedanından Sultan Alparslan, Anadolu’nun kapılarını açmak için Kürdistan’da müttefik bulma peşindeydi. 1071’de Malazgirt Savaşı’na hazırlanırken, dönemin güçlü Kürt beylikleri ve aşiretleriyle ilişkiler geliştiriyordu. Bunun sonucunda Meyafarqîn (Silvan) merkezli Mervani Sultanlığı’nda aradığı müttefikleri buldu. Yörenin birçok aşiretinden de kendi kabile güçlerine denk bir kuvvet derledi. Sanıldığının aksine, Bizans İmparatorluğu’na karşı verilen Malazgirt Savaşı, sadece Türk boylarından derlenen güçlerle değil en az onlar kadar Kürt aşiret ve beylik güçleriyle verilen ve kazanılan bir savaştı. Malazgirt Savaşı’nı doğru çözümlediğimizde, Kürt-Türk ilişkilerindeki temel stratejik mantık da anlaşılacaktır. Durum özce şöyledir: Kürtler batıdan ve kuzeyden gelen Roma ve Bizans saldırılarına karşı varlıklarını korumak ve geliştirmek için güçlü müttefiklere ihtiyaç duyuyorlardı. Arap-İslâm güçlerinde bu imkânı gördüler. Türk boylarının bölgeye gelişine kadarki süreçte Arap güçleriyle geliştirdikleri ilişkiler temelinde hızla İslâmlaşmalarının temel nedenlerinden biri, bu güvenlik ihtiyacıydı. Türk boylarının yeni yurt ihtiyaçları, onları ya Kürtlerle savaştırıp işgalci güç konumuna düşürecekti ya da bu mümkün olmazsa, ittifak kurup Bizans İmparatorluğu’nu daha da batıya sürerek kendilerine yerleşkeler kuracaklardı. Her iki taraf, Malazgirt Savaşı’na bu stratejik mantıkla girdi. Savaş kesinlikle Bizans İmparatorluğu’na karşı Kürtlerle Türklerin ortak savaşıydı.
Bu savaşın sonuçları açıktır: Türk boyları için Anadolu’nun kapıları açılmış, tarihî bir dönem başlamıştır. Kürtler ise, kendilerini yüzyıllardan beri sürekli baskılayan ve geriye iten tarihî bir engelleyici güçten kurtulmuş olmaktadır. İslâm, bu ilişkide harç görevini görmüştür. İslami örtü altında verilen ortak savaş, aslında kabile ve aşiret özellikleri ağır basan iki halkın, varlıklarını koruma ve geliştirme amaçlıydı. Başarısızlık daha o zaman her iki halk için varlıklarını yitirme ve gerileme anlamına gelecekti. Resmi Tarih, Malazgirt Savaşını hep Türk Sultanı’nın büyüklüğüne bağlayıp özünü gizler. Malazgirt Savaşı, en az Türkler kadar Kürtlerin de savaşıdır. Resmi Tarihte yazılı olmamak, bir gerçekliği ortadan kaldırmaz.
Çaldıran Savaşı’nda Kürtler
Zaman zaman çatışmalarla bozulsa da Kürt-Türk ilişkilerinde bu mantık, günümüze kadar geçerliliğini sürdürecektir. Türklerin Anadolu içlerine yerleşmeleriyle birlikte, bu yeni strateji, geçerliliğini hep koruyacaktır. Tarihin kritik anlarında her iki güç, ancak birlikte davrandıklarında başarılı olabileceklerini hatırlayacaklardır. Kürt Eyyubi Hanedanlığı’nda, birçok Anadolu beyliğinde ve Osmanlılar döneminde bu mantık, hep işleyecektir. Tarihin derinliklerine uzandığımızda, Hitit-Mitanni (M.Ö. 1600’ler) ilişkilerinden beri Anadolu ve Mezopotamya’daki güçler arasında benzer bir stratejinin işlediğini görmekteyiz. Hem halk ve sivil güçler hem de iktidar güçleri olarak bu iç içelik yaşanacaktır. Sadece batıdan değil doğudan ve güneyden gelen tehditlere karşı da bu ortak savunma stratejisi işleyecektir. Osmanlı Sultanı Birinci Selim, İran Safevi Hanedan İmparatorluğu’nun yayılmasını, yine benzer bir ittifak anlayışıyla durdurmuştur. Aynı tarihlerde (1514-1517) güneyden gelen Mısır merkezli Memlûk Sultanlığı da İdris-i Bitlisî öncülüğünde kurulan ittifakla önce durdurulmuş, sonra yıkılmıştır. 1920’lerdeki Kurtuluş Savaşı’nda da aynı strateji yürürlükte olacaktır.
İran Safevi Hanedan İmparatorluğu’nun yayılmasına karşı verilen 1514 yılındaki Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Selim’in ordusunda yeniçerilerden daha fazla Kürt beylik ve aşiret kuvvetleri vardır. Savaş hem verilen yer hem de askeri bakımdan Osmanlı-Kürt ittifakıyla (Amasya’da yirmi sekiz Kürt Beyi ile Yavuz Selim arasındaki protokol) kazanılmıştır. Memlûkların Urfa ve Mardin’deki hâkimiyeti göz önüne getirildiğinde, Mercidabık (Kuzey Suriye’de Halep’e yakın bir yer) Savaşının da benzer karakterde olduğu görülür. Her iki savaşın stratejik olarak Kürtlerin varoluş ve bağımsızlığında önemli rol oynadığını belirlemek, son derece gerçekçi ve gereklidir. Şoven Tarih, hep gerçeklerin üzerini örtmüştür. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı Hanedanlıkları döneminde, Kürdistan coğrafyasında verilen savaşları, ağırlıklı olarak Kürtlerin işgalci güçlere karşı savaşları biçiminde değerlendirmek en doğrusudur. 1920-1922’deki Ulusal Kurtuluş Savaşı da buna dahildir. Türklerin bu savaşlardan kazancı, Kürtler olmaksızın barınamayacakları Anadolu’da kalıcı bir yurtluk kazanmış olmalarıdır.
Tarihsel derinliği olan bir zihniyete sahip Türkler için de aynı stratejik mantık geçerlidir. Objektif olarak Batı ajanlığı anlamına gelen ‘Beyaz Türk Faşizmi’nin, son yüz yıldır bu stratejik mantığı ve tarihsel işleyişi inkâr eden tavrının temelinde, her iki toplumsal kültüre karşı komplocu niyet ve uygulamaları vardır. Daha inşa edildiği ilk dönemlerden beri özü böyle olan ilişkileri esas alan Kürtlere, inkâr, imha, asimilasyon ve soykırımı dayatmak, her iki toplumsal kültüre en büyük ihanet olup birlikte kaybetmeleriyle sonuçlanacaktır.
*Devam edecek.