14 Mayıs seçimleriyle birlikte ilerici ve sol saflarda parlamento, devrimcilik ve sosyalizm yeniden tartışılır oldu. Öyle ki bu seçim hengamesi içinde “İlk defa sosyalizmi insanlara sosyalistler anlatır hale geldi” gibi bir hayli iddialı ve devrimci hareketin tarihinden -en iyimser değerlendirmeyle- bihaber açıklamalar bile yapıldı. Kuşkusuz bu türden değerlendirmeler parlamentoyu tek hedef olarak gören ve mücadeleyi sadece bu zeminle sınırlayan bir anlayışın ürünüdür. Ve elbette bu sınırlılık nedeniyle eksik bir değerlendirmedir.
Coğrafyamız devrimci hareketinin tarihsel sürecine baktığımızda, Osmanlı Devleti’ne karşı mücadele eden Ermeni devrimcilere; cumhuriyetin kuruluşu sürecinde Mustafa Suphi ve 15’lere, Deniz, Mahir ve İbrahim Kaypakkayalara uzanan bir çizgide sosyalizmi ve devrimciliği halka anlatan, anlatmakla kalmayıp mücadele eden ve bu uğurda ölümsüzleşen devrimcilere tanık olduğumuz gibi dahası bu devrimci önderler ve devrimciler, yüzbinleri devrim ve sosyalizm mücadelesinde fikirleriyle harekete geçirmiş, milyonlarca insanı doğrudan etkilemiştir.
Bu anlamıyla coğrafyamız devrimci hareketinin tarihi bir hayli zengindir. Üstelik bu zenginliğin içinde sadece bilinen ve tanınan isimler yoktur. Bu mücadele tarihini gerçek anlamda var eden ve devrimci mirasın günümüze ulaşmasını sağlayan sayısız devrimci vardır. Bunlardan kimisi hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bazılarının sadece mücadele ettikleri örgütte kullandıkları ad vardır. Kimisinin sadece resmi vardır ve haklarında hiçbir bilgi yoktur. Bazılarının mezarı ise yoktur. Tıpkı 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilen devrimci Van-Gevaşlı Sebahattin Kurt gibi…
Bazılarının hakkında az da olsa bilgi vardır ancak resimleri yoktur. Haklarında var olan bilgiler bölük pörçüktür. Faşizmin ağır baskısı, dönemin koşulları nedeniyledir bu!
Öyle ki kendisine dair bilgi sahibi olduğumuz ancak elimizde hiçbir resmi bulunmayan devrimcilerden birisi hakkında Eylül işkencehanelerden süzülüp gelen bilgilere sahibiz. Bu devrimci, 1980 askeri darbesinden hemen sonra gözaltına alınmıştır. 1959 doğumludur. Bu hesapla 21 yaşında gencecik bir devrimcidir. Balkan göçmeni bir ailenin çocuğudur. Büyük ihtimalle Boşnak milliyetine mensuptur. Kasım 1980’de MİT görevlisi Ahmet Öztürk’ün halk adına cezalandırılması eylemi nedeniyle birkaç yoldaşıyla birlikte faşizm tarafından tutsak edilmiştir.
Bu genç devrimci, faşizmin elinde ağır bir işkenceye uğrar. İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermeme geleneğini sürdürür. Hatta bu yoğun işkence altında başka örgütlerden devrimcilere yardım eder. Bu bilgiyi aynı dönemde tutsak edilen bir devrimcinin “Adressiz Sorgular”da yazdıklarından öğreniyoruz: “Sol kolumun bağlı olduğu zincirin geçtiği delikten adım sesleniliyor. Kulağımı dayıyorum. ‘Zinciri yavaş yavaş çek’ diyor, fısıldarcasına bir ses. Çekiyorum; iki ucundan zincirin halkalarına takılmış, kağıt mendille sarılı, reçele batırılmış iki lokma ekmek… Üzerleri biraz kireçlenmiş ama olsun!.. Aralıklarla birkaç kez yineleniyor bu. ‘Servis birinci sınıftı, sağol.’ Az sonra çağırıyor yeniden. ‘Su ister misin?’ ‘Nasıl, nasıl göndereceksin’ Bir kablo parçası uzanıyor. İncecik bir serinlik akıyor boğazıma. Odadaki atıl telefon kablosundan bir parça koparmış…”
İşkence yoldaşının yazdıklarından öğreniyoruz bu genç devrimcinin “Askerliğini deniz komandosu olarak yaptığını, soğuk demirci olarak çalıştığını” ve bir de yeğenlerini çok sevdiğini, onların altlarını değiştirdiğini ve gezdirdiğini…
Bu genç devrimcinin bir yandan işkence altındayken diğer yandan aynı zulme maruz kalanlarla dayanışma içinde ve olabildiğince cömert olduğunu öğreniyoruz yazılanlardan; “Yanımda 20 bin liradan fazla para var, senin gelip gidenin yok diyerek yiyecek bedelini ödemekte ısrar ediyor. Üzerindeki paltoyu da benim altıma seriyor.” Kendisi de işkence altındayken yanındakini soğuktan sakınan bir devrimci duyarlılık gösteriyor bu genç devrimci.
Bir de bu genç devrimcinin işkenceler altında verilen molalarda uyuduğunu ve hatta rüya gördüğünü öğreniyoruz. Rüyasında bile halk ve devrimci sevgisine, paylaşımcılığına tanık oluyoruz; “Rüyamda,” diyor, “balığa çıkmışız, nehir kıyısında sen uyuyordun. Balıkları pişirdim, uyandırdım” diye anlatıyor yoldaşı bu genç devrimcinin gördüğü rüyayı…
İşkenceciler bu genç devrimciden istediklerini alamaz. Katıldığı ve bildiği devrimci eylemlere dair onca işkenceye rağmen tek bir söz söylemez, ağzından tek bir ah dahi çıkmaz. İşkencecileri pes ederler. Yasal prosedür gereği mecburen savcılığa çıkartılır ancak salıverilmez. İstanbul’un Çağlayan semtinde bir gecekonduya götürülerek kurşuna dizilir ve “çatışmada öldürüldü” süsü verilir.
Bu genç devrimci, coğrafyamız devrimci komünist hareketinin tarihindeki binlerce “büyük serüvenci”den birisidir. Onlar ki; isimsiz, resimsiz ve mezarsızdılar ancak asla kimliksiz değildiler. Onlar, yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz topraklarda milyonlarca insana devrim ve sosyalizmi anlattılar. Bu mücadeleye canlarıyla bir kimlik kazandırdılar. Halk demokrasisi, bağımsızlık ve komünizm mücadelesinde birer sıra neferi olarak yer aldılar. Adları, resimleri, mezarları, yaşamlarına dair bilgi olmasa da mücadeleleriyle var oldular ve var ettiler. Bugün mücadele ediyor ve hala devrim ve sosyalizm kavgasını sürdürüyorsak; adsız, resimsiz ve mezarsız bu “büyük serüvenciler”in bunda payı büyüktür.
İşkencehanelerden günümüze ulaşan direnişiyle bu resimsiz genç komünist; TİKKO’nun ‘81’deki askeri hücresinin üyesiydi. Partisindeki adıyla “Asker”, TC kimliğindeki adı ise Necdet Oynargül’dü!