Isıdan nefret ederim. Bugünlerde Norveç’in kuzeyinde Kuzey Kutbu tarafındaki Svalbard adalarında olmayı hayal ediyorum. Ama evimde kaldığım için yapabildiğim tek şey klimayı açmak ve okuma yapmak …
tabi ki süren ısı dalgaları ve küresel ısınma hakkında. Tam da okunacak konu. 50°C’ı aşan sıcaklıklar artık çok haber olmuyor, Emirlikler’den güney İran’a kadarki hilal üzerinde, Hindistan’ın bazı yerlerinde, Ölüm Vadisi’nde süreklileşmiş, şimdiyse öğreniyoruz ki gidişat çok daha karanlık, sadece çöl bölgelerini tehdit etmiyor.
Vietnam’da birçok çiftçi dayanılmaz ısı yüzünden gündüz boyunca uyuyup gece çalışmaya karar veriyor. Küresel ısınma devam ederse dünyanın en kalabalık bölgesi –Pekin’den Şangay’a Çin’in kuzey düzlüğü, yoğun nüfusla gıda üreten– yaşanmaz hâle gelecek. Sebebi ısı ve nemin ölümcül bileşimini ölçen “ıslak hazne” sıcaklığı (IHS) olacak.
IHS 35°C’a ulaştığı zaman insan bedeni terleyerek kendini soğutamıyor ve gölgede oturan sağlıklı insanlar bile altı saat içinde ölüyor. Peki ne oluyor? Hayatta kalmamızın nihaî belirsizliğinin giderek daha fazla farkına varıyoruz: yıkıcı bir deprem, dünyaya çarpan büyük bir yıldıztaşı, ölümcül bir ısı dalgası herşeyi bitirebilir. Gilbert Keith Chesterton şöyle yazdı: “Doğaüstünü alırsanız geriye doğal olmayan kalır.” Bu sözü sahiplenmeliyiz, ama Chesterton’un kastetmediği, tersi anlamda: doğanın “doğal olmadığını”, içsel uyağı olmayan olumsal bozulmaların ucube gösterisi olduğunu kabul etmeliyiz. Ama çok, çok daha fazlası olmaktadır.
Küresel ısınma ile fark ederiz ki bütün ruhsal ve pratik faaliyetimize rağmen, en temel düzeyde bizler sadece Dünya gezegeninde yaşayan türlerden birisiyiz. Hayatta kalmamız kendiliğimizden verili saydığımız belli doğal parametrelere bağlı. Küresel ısınmanın dersi, insanlığın özgürlüğünün ancak dünyada hayatın istikrarlı doğal parametreleri (sıcaklık, havanın bileşimi, yeterli su ve enerji kaynağı, vb.) arkaplanında mümkün olduğudur: insanlar yeterince marjinal kaldıkları ölçüde, bu hayat parametrelerini fazla bozmadıkları ölçüde “istediklerini yapabilirler”. Bir tür olarak büyüme özgürlüğümüz dünyaya tesir etmeye başladığı zaman, doğanın yanıtı özgürlüğümüzü kısıtlar.
“Doğa” kendi içinde toplumsal bir kategori olur. Bilim ve teknoloji günümüzde sadece doğal süreçleri anlamayı ve yeniden üretmeyi amaçlamıyor, bizi şaşırtacak yeni hayat biçimleri üretmeyi amaçlıyor; hedef artık sadece doğaya (olduğu hâliyle) hakim olmak değil, yeni, sıradan doğadan (kendimiz dahil) daha büyük, daha güçlü bir şey üretmek. İnsan beyninden daha güçlü bir beyin üretmeyi amaçlayan yapay zeka (sunî istihbarat) takıntısı buna örnektir. Teknolojik gayreti sürdüren hayal, dönüşü olmayan bir süreci tetiklemektir, üstel olarak kendini yeniden üreterek kendi kendine devam edecek bir süreci tetiklemektir.
“İkinci doğa” mefhumu o yüzden günümüzde her zamankinden daha önemlidir, iki esas anlamıyla. Birincisi, harfiyen, sunî olarak üretilmiş yeni doğa olarak: doğanın canavarları, biçimi bozulmuş inekler ve ağaçlar, ya da –daha olumlu bir hayal– genetiği değiştirilmiş, bize uyan yönde “iyileştirilmiş” organizmalar. Bir de kendi faaliyetimizin sonuçlarının özerkleşmesi anlamında standart “ikinci doğa” var: eylemlerimizin neticeleri itibariyle bizleri aşması, kendine ait bir hayatı olan bir canavar üretmeleri. Şok ve dehşete sebep olan, kendi eylemlerimizin bu öngörülmemiş korkutucu sonuçlarıdır, denetleyemediğimiz doğanın gücü değildir.
Denetimden çıkmakla tehdit eden süreç artık sadece ekonomik ve siyasî gelişimin toplumsal süreci değildir, nükleer felaketten küresel ısınmaya bizzat doğal süreçlerin yeni biçimleridir ve biyogenetik manipülasyonların öngörülmemiş neticeleridir. Nanoteknolojik deneylerin öngörülmemiş sonucunun ne olabileceği hayal bile edilebilir mi: kanser gibi kendilerini denetim dışı yeniden üreten yeni hayat biçimleri? Yani doğanın kendisinin “buharlaştığı” (Marx’ın Komünist Manifesto diliyle) yeni bir döneme giriyoruz: biyogenetikte yapılan bilimsel buluşların esas neticesi, doğanın sonudur. Bu da Freud’un Unbehagen in der Kultur (kültürdeki huzursuzluk) başlığını değiştirmeye itiyor. Son gelişmelerle birlikte huzursuzluk kültürden doğanın kendisine kayar: doğa artık “doğal” değildir, hayatımızın güvenilir “yoğun” arkaplanı değildir.
Artık her an felaket yönünde patlayabilecek kırılgan bir mekanizma gibi gözükür. Isı dalgalarını düşünüp kuramsal spekülasyonlarda kaybolarak, dayanılmaz ısının acınası gerçekliğini böylece unutmuş oldum. Kısacası, Freud’un fetişist inkâr dediği tuzağa yakalandım: (tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu) çok iyi bilirim, ama yine de onu ciddiye alamam, olabileceğine gerçekte inanmam. Belki de maalesef sadece gerçek bir felaketin sarsıntısı bizi uyandırabilir. Sonra da ulus devletlerimiz arasındaki kavgaların, Amerika Birinci ve Brexit oyunlarının gülünçlüğünün farkına varacağız. Tüm dünyamız yavaş yavaş dezentegre oluyor ve sadece büyük bir kolektif çaba bize umut verebilir.
*yersizseyler.wordpress.com adresinden alınan bu yazı Işık Barış Fidaner tarafından çevrilmiştir.