AKP’nin 17 yıllık iktidarı boyunca asla vazgeçmediği bir tahakküm taktiği var. O da “söylemi” belirleyen olmak. Örgütleyip, kurumsallaştırdıkları iktidar ağlarını, kendi yarattıkları ve sadece gazla çalışan aydınları, basın ordusu ile güncel tutup, aktüalitenin çerçevesini sürekli çizen konumda oldular. Rant ilişkilerini ve kurucu özne misyonlarını ayakta tutmanın bir yoluydu bu ve halen devam ediyor. İkinci önemli husus ise AKP’nin muhalefetin söylemini, sözlerini çalmasıdır. Para kasalarını boşaltmadan önce ilk hırsızlık ve vurgunları, gerçek anlamda ona muhalefet eden herkesin sözünü çalmak idi. Herkesin gözü önünde öldürdükleri çocukların cenazesine gidip bunu yapanları lanetliyoruz dediler. Yürürlüğe koydukları anti özgürlükçü yasalara yine ilk kendileri karşı geliyormuş gibi yapıp toplumcu kesildiler. Savaş çıkarmak için her şeyi yapıp, analar ağlamasın diyerek sabah akşam barış naraları attılar, halen atıyorlar. Kısacası karşı tarafın yani bizlerin tüm argümanlarına el koydular. Sessizleştirmek istediler.
AKP-MHP bloğunun meydanlarda sarıldığı dil, hastalıklı bir dildir ve sınır tanımıyor. Gerçeklikten uzak, kibir dolu, an’ı kurtarmaya dayalı yalanlar silsilesidir. Devlet gücünü kullanarak eşitsiz bir zeminde tüm ahlaki normları nasıl yerle bir ettiğini, karşı tarafı kriminalize etmek, hedef göstermek için her türlü kirli söylemin sınırında nasıl dolaştığını hep beraber izliyoruz.
Bu olup biten, gözümüzün önünde duran şey söylemsel şiddettir. Gerçeklikten kopuş ve bilincini yitirmiş bir dilin sürekli saldırı ile can verdiği bu korkunç sembolik ve söylemsel şiddet, HDP cephesine yöneltilmiş durumda. Bunu üst düzeyde yapmak zorunda; çünkü ayağının kaydığını görmekte, dağıttığı rant ve uyguladığı kaba kuvvetin artık yetmediğini acı bir şekilde deneyimlemektedirler.
Bu noktada medya konusuna parantez açmak istiyorum.
“Gazetedeki bu fotolar, Türk ordusunu bir işgal ordusuymuş gibi gösteriyor. Sanki Mehmetçik oraları işgal etmiş gibi bir hava veriliyor. Dış güçlere yarayacak fotolar çıkmasın. Haberleri süzgeçten geçirin. Köy boşaltmaktan söz ediyorsunuz”…
Bu sözler gazeteciliğe yeni başlayan Hasan Cemal’e söylenir. Bahsi geçen foto, bir meydanda toplanmış kadın, çocuk, yaşlıların ablukaya alınarak elleri havada önlerinde askerlerin göründüğü bir karedir. Bunun yayınlanmasından rahatsız olan ise Selimiye Kışlası 1. Kolordu Komutanlığı’dır. H. Cemal kışlaya çağrılıp uyarılır. 80 ve 90’lı yılların genel çerçevesi bu kadar değildir. Medya eleştirmeni Ragıp Duran bir röportajında bu kışlanın durumunu ve medya ile ilişkisini biraz daha açar. “Selimiye Askeri Kışlası’nda kıytırık bir yüzbaşının imzasıyla haber yapılıyordu. “Şu haberler görülmeyecektir” gibi emirler geliyordu. Sonra haber yapmak için ondan haber beklemeye başladık. Sonrasında işi azıttı yüzbaşı; “En fazla çift sütundan kullanılacaktır, resim verilmeyecektir” gibi işin teknik yanını içeren emirler geldi. Adam orada sansür yapa yapa gazeteci oldu. Bizimkiler gazeteciyken sansürcü oluyor, yüzbaşı sansürcüyken gazeteci oluyor.”
Medyanın apoletli olma hali buradan gelmektedir. Bu rol değişiminin elbette bir tarihi vardır. Egemen Türk medyası şahsından çok çıplak ve yüz karası bir tarihi vardır. Her sayfasında onlarca örnek barındırır. 1984 ve 90 sonrası, sahadaki tüm kayıplarını medya üzerinden telafi etmek isteyen ordu-hükümet, Kürtler ile ilgili her şeyi tersyüz etmeye başlar. Haber yozlaşmasının sınırı yoktur. Buna ses eden de …
Anormal artık normalin yerine geçiştir. Türk medyasında yaşanan A. Gruen’in deyimi ile “normalliğin deliliğidir”.
Turgut Özal’ın “2,5 gazete çıkacak” dediği günlerden bugüne uzandığımızda, o günler daha demokratik geliyor. Çünkü dünün kışlası kendini yenileyerek “Saray”a dönüştü. Bugün Erdoğan hem gazeteci hem editör hem muhabir hem kameraman hem sunucu hem köşe yazarı hem de yayıncıdır. İktidar, tüm ülkeyi kışlasına çevirmiş durumda. Hem sansürcüdür hem oto sansürcü…
“Türk egemen medyası sabıkalı bir seri katil gibidir. Her an her yerde yeniden cinayet işleyebilir” diyen Ragıp Duran haklıdır. Gazeteciler emekleri ile değil insanlığından, kişiliğinden düştükçe yükseliyor ve hazretlerinin uçağında yer bulabiliyor. İşinde yükselmek uçağın yükselişi ile doğru orantılı.
HDP il binasının önünde olanlar ortada.
Kürtleri ve onların siyasal gündemini hiçleştirmek, bastırmak için her ince taktik deneniyor. Akşam bültenleri, dizilerin senaryosu gibi hızlı gösterime giriyor. TV’ler tek sesli koronun, faşizan seri üretim merkezleri olarak çalışmaktadırlar. Kayyım işgalinin ne kadar haklı olduğu, halkın onları ne kadar desteklediği haberleri aynı cümle aynı haber sırası ve aynı görüntü ile tonda veriliyor. Hatta nerede vurgu olacağı da önceden belirlenmiş durumda. Asker-polis haberleri için özel bir ilgi ile milliyetçilik üretimi yapılıyor. Halk, Kürtlere karşı kışkırtılıyor. Medya tek elden tüm zehrini akıtıyor. Bu zehre bulaşan hatta bulaşmadık hücresi kalmayan AKP, zehri ölümsüzlük suyu sanıyor. Haliyle devlet aklının hatırlamayı es geçerek aynı yöntemle farklı sonuç bekleme azizliğine düşüp Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesine kupon dolduruyor.
Bu bağlamda tekrar başa dönersek, Fanon’un haklı tanımı ile “işgalcinin spazmlı ve katı kültürü” tüm yönleriyle bizi kuşatmaya almışken, medya bu işgalin başat aktörü rolündedir.
Türk egemen medyasının, TV ve gazeteleri ile, Kürtlere açtığı topyekün savaşın sınır tanımazlığı, bu kolonyal tahakküm ilişki dayatması, insanlıktan çıkarma gayreti ve yaratmaya çalıştığı yersiz-yurtsuzluk duygusunu nasıl okumak gerekir? Sahadaki sömürgeci ile onu var eden, meşru kılan gücü birbirine eşitlersek, Sartre’nin tezi bize yardımcı olabilir: “… Sömürgeci şiddeti, bu köleleştirilmiş insanları salt durdurmayı amaçlamakla kalmaz, onları insanlıktan çıkarmaya da çalışır. Onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine bizim dilimizi yerleştirmek (egemen dilini) ve kendi kültürümüzü bile vermeden ezilenin kültürünü yerle bir etmek için elden gelen her şey yapılacaktır; yorgunluktan serseme döneceklerdir. Açlıktan kadidi çıkmış ve hasta bir haldeyken hala karşı koyacak güçleri kalmışsa eğer, gerisini korku halleder: Köylü kendini küçülttürürse bu kez de artık insan olmaktan çıkar. Utanç ve korku karakterini parçalar, kişiliğini dağıtır.”
Bu yaşamı istemediğimizi, bu zamanı ve saatleri kabul etmediğimizi ifade edeli bunu pratikte göstereli çok etti. Korkutmak istiyorlar ama korkuyu öldüren bir halk var. Utanç duymamızı istiyorlar ama her haklı direniş bir halkı onure ediyor. Geriye onların utancı kalıyor…