Türkiye 9 Ekim tarihinde Rojava’ya yönelik bir saldırı başlattı. Bu saldırı dünya kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılandı, tepki yükselerek devam ediyor. ABD başkanı Donald Trump dahi gelen tepkiler karşısında bunalmış durumda. Trump’ın gelişen tepkileri savuşturma manevralarında pekte başarılı olduğu söylenemez, Trump ve ekibinin Türkiye’nin operasyonunun bir parçası olması bunun normal bir şeymiş gibi görme ve gösterme yaklaşımı başta Amerika kamuoyu olmak üzere tüm dünyada ayıplanıyor, Türkiye’ye karşı tepki giderek daha kapsamlı ve daha derinlikli bir hal alıyor.
Başta Amerika kamuoyu olmak üzere dünya kamuoyu saldırının vicdanlarını ve beyinlerini işgal etmesine ve kendilerini teslim almasına müsaade etmedi ve etmeyeceği anlaşılıyor. İşgalin doğası yalan gasp, yıkım ve katliam üzerine kuruludur. 9 Ekim’den bu yana yüz binlerce insanın evi, köyü, yerleşim yeri, malı ve mülkü gasp edildi, yakıldı, yıkıldı. Talan edildi. Yüz binlerce insan katliam uygulamaları altında evini, köyünü şehrini yerleşim yerini bırakıp göç etti. Yüzlerce insan saldırıdan dolayı yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı. Türkiye cephesinde bakınca sanki bunlar hiç olmamış havası esiyor. Saldırının temel lojistiği olan yalan Türkiye halkının her bireyine, her toplumsal kesime en yoğun biçimde her saat, her gün enjekte ediliyor, toplumun düşünce dünyası, duygu dünyası, muhasebe alanı devlet tarafından adeta bloke edilmiş durumda.
Tankla, topla, uçakla askerle, çetelerle Rojava’ya Türk halkının duygu dünyası, düşünce dünyası yalanla, militarist şovla adeta işgal edilmiş bulunuyor. Halkın hakikatle, vicdanla, akılla bağını koparmak için operasyon sürecinde toplum adeta karantinaya alındı.
Gerekçeler ve yalanlar…
İşgal mekanizmasının iç ve dış kamuoyuna yönelik kullandığı propaganda argümanları ne kadar doğru gerçekle bir alakası var mı? Ele almaktan fayda var.
1-”Sınırlarımız YPG, PYD, Rojava tarafında ihlal ediliyor, sınırlarımıza saldırı var” Söylemin gerçekle hiçbir alakası yok, yalan üzerine kurulu bir argümandır. Cumhuriyet tarihi boyunca bahsedilen hat en güvenlikli dönemini bu dönemde yaşamış. Türkiye’nin batı sınırından, doğu sınırına kadar, ordan Hatay ve Cerablus hattına kadar hiçbir alan Rojava hattı kadar güvenlik içinde olmamış. Kuzey -Doğu Suriye yönetimi Türkiye’nin dostça olmayan yaklaşımını bildiği için eline gerekçe vermemek için özel bir duyarlık göstermiş, kendisinde önceki dönemde Suriye rejimi döneminde zaman zaman gerçekleşen kaçakçılığı kendi dönemi de kesin bir biçimde yasaklamış gerçekleşmesine asla müsaade etmemiştir. Sınır hattındaki halkı bu konuda sürekli bilgilendirmiş bu çabalar sonucu sınır hattını sıfır ihlal düzeyine getirmiştir, kaldı ki bu dönemde NATO güçlerin denetimi ve gözlemi sürekli olmuş ihlal yönünde tek bir değerlendirmeleri yoktur. Sınırlardaki ihlali AKP iktidarı kendi eliyle yapmıştır. Binlerce cihatçının girişine çıkışına yol vermiş silah ve cephane desteğini sunmuş sunmaya devam ediyor. Bu konuda binlerce somut delil mevcuttur. Tavır alınması hesap sorulması gereken birisi varsa o da AKP iktidarıdır.
2- “Biz Kürtlere karşı değil YPG ve PYD karşıyız” söylemi. İktidar tarafından durmadan tekrarlanıyor. Bu tümden içi boş bir söylemdir. Türkiye’nin 2011’den bu yana Suriye’de yaşanan gelişmeler paralelinde temel stratejisi Suriye Kürtlerinin bir güç olmaması ve bir statü kazanmaması üzerine kuruludur. Suriye Kürtleri kendini koruma temelinde güç olmaya çalışınca Türkiye’nin desteği ile El Nusra Kürtlere saldırdı. El Nusra yenilince Türkiye’nin desteği ile DAİŞ saldırıya geçti DAİŞ de yenilince kendisi filen müdahale etti. Hedefi Kürt coğrafyasını parçalamak ve elle geçirdiği coğrafyayı Kürtsüzleştirmek ve yerlerine başkalarını yerleştirmek. Bu amaçlı bir bir politikayı ilkin Efrîn üzerinde uygulamaya koydu. 9 Ekim saldırısıyla Serêkanî ve Kobanê alanı üzerinde uygulamaya sokuyor. Türkiye Kürt coğrafyasını işgal ediyor, sonra parçalara bölüyor daha sonra ise Kürtsüzleştiriyor. Karşı olmanın ölçüsü başka nasıl olacak?
3- “Suriye’nin toprak birliğinden yanayız” söylemi. Türkiye Suriye topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirmiş durumda. İçte ve dışta yürüttüğü politika ile ele geçirdiği alanda kendisini kalıcı kılmaya yöneliktir. El Nusra, DAİŞ, ÖSO çete artıklarından oluşturulan Suriye Milli Ordusu söylemi bu amaçladır. Kontrol ettiği alanda geliştirdiği eğitim, idari, demografik ve ekonomik uygulamaların temel çerçevesi bu temeldedir. “Suriye’nin birliğine ve toprak bütünlüğü bağlıyız ve bunu esas alıyoruz” argümanı Kürtlerin bir statü elde etmemesine dönük bir argümandır.
4-Suriyeli mülteciler sorunu. İktidarın “Kuracağımız güvenli bölgeye Suriyeli mültecileri yerleştireceğiz” politikası gerçeği yansıtmıyor. Birincisi şimdiye kadar denetiminde olan alanlara ciddi bir dönüş olmamış ve zorla gönderilenler de bir fırsatını bulunca geri geliyorlar.
İkincisi mülteciler sorunun çözümünü mültecilerin geldiği ülkenin toprakları işgal ederek çözme girişimi hem iki ülke arasındaki hukuku, hem uluslararası hukuku, hem insanı değerler hem de uluslararası mülteciler anlaşmasına aykırı bir durumdur.
Türkiye’nin mülteci sorunlarına yönelik tezi bir an geçerli sayılsa ne olur? O zaman Pakistan’a Afganistan’ın bir parçasını işgal etme hakkı doğar. İran’a milyonlarca Afgan mülteci yerleşti o zaman İran’ın Afganistan’ın bir parçasını işgal etme hakkı doğuyor. Avrupa mülteci sorununa çözüm bulmak için gelip Batı Trakya’yı işgal etmesi ve bir mülteci kolonini oluşturması Türkiye’nin mantığında bakıldığında normal olandır. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik uygulamaları ve Rojava’ya yönelik saldırısının tüm argümanları çürük olduğu kadar insanlık dışıdır da.
Türk basını, aydınları, demokratları, siyasetçileri, akademi camiası Türkiye’nin Rojava’ya yönelik saldırı ve işgal konseptine karşı şimdiye kadar ciddi ve etkileyici bir itiraz, bir eleştiri ve karşı bir duruş ortaya koymadı. Duruşları bundan sonra işgal konseptine uyum gösterme tarzında mı sürecek? Yoksa işgalin Türk halkı için bir zafer, bir gelecek vaat etmediğine dair itiraz ve kabul etmemeye yönelik bir duruş mu ortaya konulacak?