HEDEP Milletvekili Özgül Saki ile Ortadoğu’daki savaş halini ve kadınlara yansımasını konuştuk: Kadın bedeni tarihten beri toprakla özdeşleştirilmiştir, toprağını işgal ederken aynı zamanda kadın bedenine de benim diyerek el koyuyor. Sistematik işkence ve tecavüz uyguluyor. Aynı zamanda ‘yok etmek istediği halkın soyunu kurutmak’ üzerinden bir politika bu
Nesli Şahiner
Savaşlarda kadın bedeninin hedef alınması gündemdeki yerini koruyor. Özellikle Türkiye’de, iktidarların ve devletin Kürtlere yönelik özel savaş politiklarında en başta kadınların hedef alındığı birçok olayla sabit. Kadın savaşçıların cenazesine işkenceden kolluk güçleri eliyle kadınlara tecavüz, sistematik olarak savaşın bir parçası olarak sürdürülüyor. Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin çatışmalarında da kadınlar saldırılara uğradı ve nesneleştirildi… Erkek egemen devletler, kendi çıkardıkları savaşlarda neden en başta kadınları hedef alıyor ve kadınlara saldırılarla neyi hedefliyorlar?
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) İstanbul Milletvekili Özül Saki, konuyla ilgili sorularımızı yaşanan örnekler üzerinden yanıtladı.
- Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye’ye, Rusya’nın Ukrayna’ya, İsrail’in ise Filistin’e yönelik saldırıları sürüyor. Erkek iktidarlar niye sürekli savaş çıkarıyor?
Bu savaş durumu bizim ülkemizde meşhur 90’lardan beri sürüyor, hatta öncesinde de çatışmalı dönemler vardı. Biz sistematik olarak bir savaş ortamında yaşıyoruz. Kısa süren çözüm sürecini paranteze alırsak, bir fiil kendi topraklarımızda savaş durumu yaşıyoruz. Rusya-Ukrayna, İsrail-Filistin ve hatta Latin Amerika’da da bazı çatışmalı durumlar var. Niye böyle peki? Çünkü, kapitalizm kendi krizini her zaman olduğu gibi savaş yoluyla çözmeye çalışıyor. Kapitalizm sistematik olarak savaş durumunu hep sıcak tutuyor. Bu yolla sermayedar kapitalizm hem kendi ulus devletini daha kolay kontrol edebiliyor hem muhalefeti zapturap altına alabiliyor hem de bundan besleniyor. Savaş ticaretiyle, silah ticaretiyle besleniyor, dolayısıyla bu onların tercih ettiği bir durum.
- Rojava için Türkiye’ye ses etmeyen Avrupa devletlerinin şimdi de İsrail’in arkasına dizilmesini nasıl okumalıyız?
Avrupa ülkelerinin neredeyse çok büyük bir kısmı, 1400’lü, 1500’lü yıllara gidersek sömürgeci ülkeler zaten. Hatta hala çözülmemiş durumda, bir şekilde Latin Amerika’da, Asya’da ve Afrika’da sürdürülen mücadeleler var. Ve hala bu sömürgeciliğin kökleri var. Şu algı var onlarda; İsrail bölgenin en laik, en şu, en bu, en uygar ülkesi. Uygar dedikleri İsrail’in de neler yaptıklarını görüyoruz şu anda. Bir de ne var orada? İsrail eliyle Ortadoğu’da kendilerine uygun bir devlet, hatta tüm devletleri de kendi etrafında toplamak ve oradaki enerjiyi kontrol etmek. Fakat şunu görmüyorlar; İsrail-Filistin meselesi 75 yıldır sürüyor. Burada da öyle, Cumhuriyet’in 100. yıl tartışmaları yapılıyor ya, o zamandan bu zamana topyekün yok etmek istediğin, yok edemezsen bile kendine bağlamak istediğin bir halk yaratmaya çalışıyorsun, ama olmuyor. Olmaz da… Ve bu ulus devlet modelini tartışmadan bu savaşların biteceğini de düşünmüyorum.
- Bu savaş politikalarının da kadınlar üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Tecavüzler, cenazelere işkenceler, suikastler… Savaş iktidarları kime ve neyin mesajını veriyorlar?
Bunun toplumda kadına biçilen rolle, cinsiyetçi politikalarla ve cinsiyetçi tutumlarla çok ilgisi var. Kadın bedeni zaten bağımsız bir kişilik olarak tanınmıyor, birisine bağımlı olarak tanınıyor. Yanı sıra kadın bedeni tarihten beri toprakla özdeşleştirilmiştir, toprağını işgal ederken aynı zamanda kadın bedenine de benim diyerek el koyuyor. Sistematik işkence ve tecavüz uyguluyor. Aynı zamanda ‘yok etmek istediği halkın soyunu kurutmak’ üzerinden bir politika bu. Ve ne yazık ki bütün savaş koşullarında, bütün devletlerin sistematik olarak uyguladıkları bir şey. Biliyorsunuz İsrail’de ‘insanımsı hayvan’ diye tanımladılar Filistinlileri. Dolayısıyla önce insanlık dışı tanımlayıp sonra yapılacak her şey makbul onlar için. Eski Yugoslavya savaşı sırasında çok konu oldu kadın bedeninin hedef alınması ve Êzidî kadınlara DAİŞ’in yaptıkları da aynı şekilde. Bizim Kurdistan coğrafyasında da buna benzer birçok örnek var.
- Toplumların da belli kesimler dışında savaşlarda kadın bedenlerinin hedef alınmasına yönelik çok güçlü tepkilerini görmüyoruz?
Patriyarkal kapitalizm koşullarında yaşıyoruz. Kadınlar bu durumları ifade ettiklerinde onlara saldıran bir devlet var. Onların bedenleri üzerinden savaşı sürdüren bir devlet var. Cinsel şiddete maruz kalan kadınlar bunu ifade ettiklerinde, ki zaten çok zor ifade ediyorlar, bu sefer kendi toplulukları içerisinde bir kere daha ‘mağdur’ ediliyorlar. Mesela Yugoslavya’da Bosnalı kadınların sistematik tecavüzler sonucunda doğan çocukları, köyde bir taş ocağında öldürülüyor. Yine savaşta tecavüz sonucu doğan çocukları yanında tutmak isteyen kadınları topluluktan dışlıyorlar, bunun belgeleri de var. Benzeri ‘Ezidî kadınlar için de oldu; tecavüz edilen ve hamile kalan kadınlar topluluk dışına atıldı. Ama kadın hareketleri ve biz de Êzidî kadınlarla dayanışmak için birçok şey yaptık. Bu politik mücadele konusu olunca, Êzidî toplumu bu kararı kaldırdı. Toplumların verdiği böyle tepkiler var maalesef. Kadınlar hem savaş politikalarına karşı hem de bu tür anlayışlara karşı mücadele veriyorlar.
- Meclis’te Rojava’ya, sınır ötesine tezkere bir kez daha onaylandı. Buna da çok fazla bir ses çıkmadı.
Şöyle zamanlardan geldik buralara; ilk tezkere oylamaları sırasında Ankara’da kocaman bir miting yapmıştık, herkes vardı. Ve dönüşte ‘Tezkereye Hayır’ çıkmıştı. O güçlü ses Meclis’e baskı oluşturmuştu. Şimdi benzer süreçler oluyor, hiçbir ses yok. Bu topraklarda güçlü bir savaş karşıtı hareket 90’lı yıllarda da çok olmadı. Barış için mücadele edenler vardı ama bunlar da hep anlık kaldılar, sistematik ve güçlü bir şey olmadı.
- Kadın hareketlerinin bu konuya yaklaşımına daha cesur diyebilir miyiz?
Evet kesinlikle. Kadın hareketleri ve feministler bu konuda daha süreklilik içeren bir mücadele verdi. Mesela Siyahlı Kadınlar vardı 12 Eylül’de, ki ben 12 Eylül’ü de çatışmalı dönem olarak belirliyorum, kadınlar siyahlar giyerek hem hapishane koşullarını hem bu devletin şiddetine itiraz ettiler, bütün o ağır koşullara rağmen sokaklarda. Hemen akabinde de 90’lı yıllarda gerilla kadınların bedenleri üzerinden yapılan işkencelere, Kürt hareketinin, Kürt kadınlarının imha ve inkar politikalarına karşı ‘Arkadaşıma Dokunma’ ismiyle bir kampanya başlattılar. Sonrasında da abluka öncesinde ‘Barış İçin Kadın Girişimi’ başlatmışlardı. Dolayısıyla kadınların sistematik mücadeleleri gibi ne yazık ki diğer örgütlenmelerle, sosyalist hareketlerle savaş karşıtı sistematik bir hareket öremiyoruz. Oysa ki bunun bugün itibarıyla örülmesi gerekiyor, her platformda bunları konuşuyoruz.
- Her şeyi bir kenara bırakırsak, savaş derin ve ağır bir ekonomik buhran demek. Türkiye’de de bu koşullar yaşanıyor. Toplum bunun farkında değil mi?
Ben burada bizi yani HEDEP’i dışında bırakarak söylüyorum, toplumun tüm kesimlerini örgütleyen güçlü bir muhalefet yok. Toplum nezdinde CHP ana muhalefet olarak görülüyor. CHP uzun zaman sonra tezkereye ‘Hayır’ dedi. Ama gerekçelerine baktığımızda şöyle diyor; ‘Yabancı postal istemiyoruz bu topraklarda. Yabancı postalları, askerleri çıkarın biz oy vereceğiz.’ Ama kendi Türk ordusunun başka yerlerde yabancı postal olmasının hiçbir sakıncası yok onlar için. Bir bütün olarak toplumda bunlar yer buluyor. Bunu anlatacak, bu ekonomik krizi savaş koşullarına bağlayacak bir şey yok. Toplum savaşın ağır ekonomik faturasını bilmediğinden değil, uzun süreli bir yenilgi ve zapturap altına alınma meselesi çok etkili. Ne yapıyor o zaman, oradan karşı çıkamıyor, Kürt hareketine ‘terörist’ diyerek kendi yaşamını anlamlı kılmaya çalışıyor. Devrimcilere, sosyalistlere ‘bunların toplumla bağı yok, aileyi önemsemiyorlar, dinsizler’ diyerek kendini rahatlatmaya çalışıyor. Ulusalcılık etkisi de bu topraklarda çok güçlü, devlet algısı çok güçlü ve ne yazık ki bu devlet ve ulusalcı paradigmadan bakan sol da çok güçlü. 21 yıllık AKP iktidarı da bunu toplumun tüm hücrelerinde, bütün mekanizmalarında tarikatlarla, cemaatlerle, eğitime dini müdahalelerle, kadınları makbul kadın yapmaya çalışarak adım adım işliyor. Ama ben şundan eminim, bir kalkışma için çok fazla zemin var. İşimiz kolay değil ama kolları sıvamamız lazım.
- Savaşları erkekler çıkarıyor, ortalığı tarumar ediyorlar. Sonra barışı getirmekle kadınlar mükellef oluyor. Türkiye’de de konuşulan bir mesele bu ama çok adaletsiz değil mi?
Patriyarkanın gücü bu, kadına böyle roller biçiyor. İşte ‘kadın yumuşak başlıdır’, ‘kadın yapıcıdır’, ‘kadın evde daha güzel olur’ gibi algılarla… Bunun savaşa yansımış hali de ‘kadınlar zaten barışçıldır’la oluyor. Evet, tamam biz barış istiyoruz ama kadınların barışçıl olmalarının koşulu bütün egemenlik koşullarının ortadan kalkmasıyla mümkün. Yanı sıra aslında barışı tartışırken, dünya topyekün savaş ortamındayken önce savaş karşıtlığı kurmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Mesela bizimkiyle aynı yıllara denk geliyor, Zapatistalı kadınlara yönelik Meksika ordusu tarafından sistematik savaş suçları var, cinsel şiddet, topyekün öldürme gibi suçlar var. Buna karşı 93 yılında Zapatistalı kadınlar ‘Kadın Devrim Yasası’ ilan ediyor ve mücadele kararı alıyorlar. O saatten sonra Meksika ordusu çok daha fazla kadınlara saldırıyor. Sadece mağdur değil aynı zamanda mücadeleci oldukları anda daha bir öfke nesnesi haline getiriyorlar kadınları. Aynı şey Rojava’da Kürt özgürlük hareketi için de oldu. Kadınlar, ‘Bizi esir alamayacaksınız, biz bu mücadelenin parçasıyız’ deyip mücadele etmeye başladığında, hele bir de silahla mücadele etmeye başladıklarında devletlerin ekseni bozuluyor. Mesela Rojava’da yeni toplumsal inşa, -ki ben herkese Rojava Toplumsal Anayasası’nı okumalarını öneririm- mücadelesini veriyor kadınlar ama savaş istedikleri için vermiyorlar bu mücadeleyi. Eşit ve özgür bir yaşam için veriyorlar.
- Ortadoğu’daki bu saldırı ve savaş hali daha fazla genişler mi? Böyle değerlendirmeler yapılıyor.
Ben şimdiki halin daha uzun süreceğim düşünüyorum. Lübnan’dan Hizbullah roket filan atıyor ama topyekün saldırı yapacağını, İran’ın kısa vadede saldıracağını düşünmüyorum. Ama İsrail’in Filistin’e, Türkiye’nin Rojava’ya, Kuzey ve Doğu Suriye’ye yaptığı saldırıların bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum. İsrail içinde Netanyahu’ya karşı ciddi bir muhalefet var. Hep diyoruz; Ortadoğu’nun en donanımlı ordusuna sahip İsrail sonuç alamıyor. Bu uzmanlaşmış ordularla ilgili değil, çünkü diğerinde onurlu yaşam ve varoluş mücadelesi var. Kürdistan mücadelesinde de böyle, DAİŞ’e karşı mücadele de böyle bir mücadeleydi. Dolayısıyla bu savaşlarda kısa vadede ben öyle çok yayılma beklemiyorum. Ve tam bugünlerde bir savaş karşıtı hareket, bir barış hareketi de sadece diplomasi ile olacak, devletler arası görüşmelere bırakılacak bir şey değil. Topyekün bir politik hareket gerekiyor.