Mevcut sendikal anlayışta ciddi bir kriz olduğu ortada. Bu krizin bir bölümü bugünün işçi sınıfının değişen yapısına yanıt veremiyor olmasından kaynaklanıyor ama asıl kriz, bu örgütlenmeye hakim olan anlayışların işbirlikçi olmasıyla ilgili
Ender Öndeş
Bir süredir aksayarak da olsa yapmaya çalıştığımız ‘sokaktaki sendikalar’ dizi söyleşilerinin bugünkü konuğu BİRTEK-SEN Genel başkanı Mehmet Türkmen. Kamuoyu onu ve BİRTEK-SEN’i Dîlok’ta (Antep) ve Riha’daki (Urfa) tekstil işçilerinin direnişlerinden tanıyor. Türkmen’le yeni yıla direnişte giren Özak işçileri ve genel olarak sendikal mücadelenin sorunları üzerine konuştuk.
- Aslında pek bilinmez ama Antep’in sınıf mücadelesi tarihi çok yeni değil. 70’li yıllarda da direnişler olduğunu hatırlıyorum mesela. Nasıl bir tarih var arkanızda?
Ben 12 Eylül öncesini bilmiyorum tabii, 1979 doğumluyum, 1988’de 9 yaşında işçiliğe başladım. 70’lerde çok önemli işçi hareketleri olmuş orada. Özellikle kimi devrimci hareketlerin güçlü bir damarı bunda etkili. Özellikle Ünaldı bölgesinde önemli grevler, işgaller var. Sonra 12 Eylül’de bir kesinti var. Devrimci hareketlerin etkisinin görüldüğü en son direniş 1996 Ünaldı’ydı ve onu örgütleyen devrimci güçler ve işçi önderleri biraz o dönemden kalma birikimden yararlanmışlardı. Sonrasındaki yeni işçi kuşakları ise bu birikimden yoksun kuşaklardı; son derece örgütsüz, dağınıktılar.
Ünaldı direnişinde ben 17 yaşındaydım ve 20 bin işçi bir dernek çatısı altında örgütlenmişti. Sendika filan yok, çünkü işçilerin tamamına yakını sigortasız ve kayıt dışıydı. Ünaldı, 7 mahalleye yayılmış çok büyük bir bölge. Derneği kuranlar EMEK Partili işçilerdi, onların bir geçmişi vardı orada. Ve o dernek öncülüğünde bir ay süren bir direniş oldu. 20 bin işçi bir ay boyunca çözülmedi. Böylece önemli bir zam ve işçilerin çoğunluğu için ilk kez sigorta hakkı kazanıldı. 90’ların sonuna kadar böyle her yıl, Ünaldı’da direnişler oldu. 2000’lerde Antep değişti. Dokuma halı Antep’te önemli bir sektör ve dünyadaki üretimin yüzde 45’inin üretildiği yer. Böylece hem işgücü birikti, hem de sektörün makine, vb. gibi yan sanayii de orada merkezileşti.
Sonrasında teknoloji yenilendi; bilgisayarlı makinalara geçildi ve Ünaldı’nın büyük patronları organize bölgesine taşındı. Başpınar böylece gelişti, şu anda Türkiye’nin yüz ölçüm olarak en büyük OSB’si durumunda. 220 binden fazla işçi çalışıyor. Bu arada Ünaldı’daki örgütlülük dağıldı. Atölyelere uygun dernek örgütlenmesi artık mümkün değildi. Artık sendika gerekliydi. Bir kesintiden sonra 2000’lerin başında 3 konfederasyonun da orada bir örgütlenmesi oldu. DİSK Tekstil, Teksif ve Öz İplik-İş… 2010’lara kadar toplam örgütlü işçi sayısı 10 binin üzerindeydi. Sadece DİSK’in bir ara Başpınar’da 5 bine yakın üyesi vardı. Teksif ve Öz İplik-İş zaten baştan beri hep patronların kontrolündeydi. DİSK Tekstil’in anlayışı da çok farklı değildi ama DİSK’e bağlı olması, tırnak içinde solcu gelenekten gelmesi nedeniyle asgari düzeyde daha mücadeleci bir yerde duruyordu. Biz de orada örgütleniyorduk. Ancak DİSK Tekstil, işçilerin bu mücadele ve örgütlenme eğilimini çok kötü harcadı. Şu anda Başpınar’da 10-15 yıllık geçmişi olup da bu sendikaların herhangi birinden darbe yememiş çok az işçi vardır.
Bunun en örneği ve kırılma noktası da 2010 Çemen Tekstil direnişiydi. DİSK’in örgütlendiği fabrikada 220 işçi çalışıyordu. O dönem EMEK Partisi’nde çalışıyordum ve Çemen Tekstil’deki örgütlenmeyi de biz sağlamıştık. 220 işçinin 195’i sendikalı oldu. Patron itiraz etti, oyaladı. Sonunda sendika grev kararı aldı. Grev kararından sonra 60 gün içinde greve çıkmazsanız yetkiniz düşer ve 60’ıncı güne kadar sendika greve çıkmadı. Resmen yetki düşsün diye beklediler. O zaman sendikanın Antep şube başkanı ve ayı zamanda genel sekreteri olan Muzaffer Subaşı vardı; Rıdvan Budak da genel başkandı. Biz, son gün, yani 60’ıncı gün işçilerle birlikte sendikayı basarak grev kararı alınmasını sağladık. Ama bu arada patron bu 60 günlük süreyi içeriyi grev kırıcı doldurarak değerlendirdi. Yani grev başladığında zaten içerisi çalışıyordu. Başkan Muzaffer Subaşı, ki CHP’de yöneticilik yapmıştır, belediyede başkanvekilliği de vardır, işçileri alandan sendika binasına çekti. O zaman biz böyle grev olmaz deyip bir komite oluşturduk, sendika bu tutum karşısında geri adım attı. 75 gün sürdü direniş. Belgeseli de oldu hatta. Ünaldı’dan sonra Antep’in gördüğü en militan grevdi bu. Gerek ikna yoluyla, gerekse fiziki şiddet yoluyla yürütülen çalışma sonucunda 200 grev kırıcı sayısı 74’üncü günde 40’a kadar düştü. Şimdi Özak’ta olduğu gibi direniş boyunca defalarca polis saldırısına uğradık, en son gün işçiler çocukları ve aileleriyle fabrikanın önünü işgal etti ve patron geri adım attı. O direniş kazanımla bitti ama bir gün sonra valilikte dönemin DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, DİSK Tekstil Genel Başkanı Rıdvan Budak ve diğer yöneticilerin olduğu masada 3 aylık sözleşmeyle grev satıldı. Bir yıllık imzaladılar ama 9 ayını geriye dönük yaptılar. Normalde sözleşme bitmeden 4 ay önce sendikanın yeniden yetki başvurusu yapması gerekir; böylece yetki başvurusunda bulunmama sözünü de vermiş oldular. Ben o dönem örgütlenme uzmanı olmuştum; bu durumu öğrenince istifa ettim ve işçilerle birlikte yeniden sendikayı bastık, o işçiler de böylece sendikadan ihraç edildiler ve sonuçta bu, 2010’dan sonra Antep’te işçilerin sendikalaşma eğilimini bitiren bir şey oldu. 2019’a kadar Antep’te tek bir fabrikada sendikalaşma olmadı. Bir işçi havzasında işçi eylemleri, örgütlenme eğilimi ne kadar yaygınsa sendikalaşma da o kadar yaygındır. Oysa Antep’te durum tam tersidir. Mesela Urfa’da, Malatya’da, Batman’da bu kadar yoğun sanayi ve işçileşmenin geçmişi 10 yıllıktır ve neredeyse işçi eylemi hiç yoktur ama Urfa’da sendikalı işçi sayısı Antep’in 5 katıdır. Malatya’da da öyle. Orada 30 bin, Antep’te 220 bin işçi var üstelik. Sebebi şu: Antep’te işçiler 2010’dan sonra hakları için direnişe geçerken artık sendika defterini kapattılar, kendi göbeklerini kendileri kesmeye başladılar.
- Urfa ilginç olmadı mı? Orada pek işçi hareketi duymamıştık.
Aslında öncesi var. Benim DİSK Tekstil’de görev yaptığım dönemde, 2020-2021’de Urfa’da yine biri Özak Tekstil’de, diğeri Uğur Tekstil’de örgütlenmemiz olmuştu. Özak Tekstil’de yine 2020’nin sonları 2021 başlarında Öz İplik-İş’ten topluca istifa ederek DİSK Tekstil’e geçtiler, çoğunluğu sağladık. Ama araya pandemi girdi, Fabrika üretime ara verdi. Tekrar açınca da yarım kapasite çalıştılar ve “istifa edip Öz İplik-İş’e geçmezseniz ücretsiz izine kalacaksınız” dediler; insanları açlıkla tehdit ederek Öz İplik-İş’e geçirdiler. Seyahat kısıtlamaları vardı, gidemiyorduk.
- Özak’ın böyle bir tarihi var yani…
Tabii var. Bugün BİRTEK-SEN’de örgütlü olan işçiler o dönemde DİSK Tekstil’de örgütlü olan işçiler. O arada Uğur Tekstil direnişi olmuştu ve yine epey gündem yaratmıştı; ben o zaman DİSK Tekstil’deydim, kısa sürede örgütlemiş, yetki de almıştık. Patron orada sendikayı sokmak için fabrikayı kapattı. Bütün işçiler işten atıldı. Bunun hileli bir kapanma olduğunu öğrendik; yeni bir yer açacaklardı aslında. Fabrika önünde bir direniş başlattık ve 4. gün patron geri adım atıp fabrikayı geri açmak, 315 kişiyi işe geri almak zorunda kaldı. Türkiye’de bu bir ilkti. Kapatılan fabrikayı geri açtırdık ve tazminatları ödenmiş 315 kişiyi geri aldırdık. İşte o aşamada, patronla DİSK Tekstil Genel Başkanı şöyle bir anlaşma yaptı: Patron, sendikayı tanıyacağını ama bunun için Mehmet Türkmen’i görevden almalarını söyledi ve sendika yönetimi de bunu kabul etti; beni görevden aldılar, 100 işçi yeniden işten atıldı ve sendika işten atılan üyelerini de yüz üstü bıraktı. Hatta mahkemede işçilere karşı patronun şahitliğini yaptılar. O süreç böyle bitti ama bu iki direnişle Urfa’daki işçiler deneyim yaşamış oldular. Aslında şimdi Özak’taki direniş o tohumların eseridir.
- Daha genele doğru gidersek, sınıfın yapısının değişimi üzerine tartışmalar epeydir sürüyor. Klasik sendikal anlayışın kapsayamadığı atomize haldeki milyonlarca emekçi…
Mevcut sendikal anlayışta ciddi bir kriz olduğu ortada. Bu krizin bir bölümü dediğiniz gibi bugünün işçi sınıfının yeni kuşakları ve bunun getirdiği yeni örgütlenme biçimleri ihtiyacına mevcut anlayışın yanıt veremiyor olması. Ama buradan kalkarak çıkarılan sonuçların bize tam anlamıyla doğru cevapları vermediğini düşünüyorum. Buradan yola çıkarak, benim dünyadaki sınıf hareketinde hala geçerliliğini koruduğunu düşündüğüm mücadeleci sınıf sendikacılığının buna cevap vermediği ve sendikaların yapısının ve formasyonunun da değişmesi gerektiğini dair sonuçlar üreten arayışların boşa çıkmaya mahkûm olduğunu düşünüyorum. 90’lardan sonra artık fabrikalardaki işçi sınıfı devrimci bir özne değil, sınıf hareketi bildiğimiz sınıf hareketi değil noktasından kalkarak ‘toplumsal hareket sendikacılığı’nı öne süren, işsizlerin, kadınların dâhil olduğu, sendikaların böyle örgütlenmesi gerektiğini iddia eden fikre katılmıyorum. Bu dinamikler çok önemli ama buradan yola çıkarak sendikaların sınıf örgütü olma hüviyetini bozuşturan tartışmaların işçi sınıfı hareketinin ihtiyacına yanıt verecek sonuçlar çıkarmadığını düşünüyorum. 19. yüzyılın sonlarında ve kısmen 20 yüzyılın başında hâkim olan ve devrimlere kadar uzanan süreci zorlayan bağımsız sınıf sendikacılığını mahkûm eden bir sonuca varmak yanlış; çünkü bugünkü kriz tam da aslında sendikaların bundan uzaklaşmasından kaynaklanıyor. Asıl kriz, örgütlenme biçimlerinden değil, bu örgütlenmeye hâkim olan anlayışların sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı olmasından kaynaklanıyor.
- Tabii ki bunlar tartışılır, bir zararı yok. Ama insanlar sanırım öncelikle özverili, savaşan sendikacılar ve tabii ki şeffaflık istiyorlar, güven duymak istiyorlar…
Önce konuyu tamamlayayım. Tabii ki işçi sınıfı artık sadece fabrikalarda, sanayi havzalarında değil, büyük oranda kent yaşamında yer tutuyor. Plazalar, AVM’ler, kuryeler… Bir kısmi kendini beyaz yaka saysa da gittikçe işçileşen, büyük oranda örgütsüz olan ama hepsi aynı mekânda bulunmadığı için başka örgütlenme biçimlerine ihtiyaç duyan sınıfın yeni dinamikleri var. Son dönemde bunların örneklerini, eylemlerini de görüyoruz zaten. O yüzden, sendikal mücadele bu yeni işçi kuşaklarını örgütlenmesini kendine dert etmeden, onun dinamizminden yararlanmadan, kendisini yenilemeden sınıf hareketinin ilerlemesi mümkün değil. Çünkü işçi sınıfının önemli bir parçasını oluşturuyorlar. Buna kesinlikle ihtiyaç var.
Diğer yandan sendikalarda ciddi bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşümün bir bölümü, bugüne cevap vermeyen örgütlenme biçimlerinin de yenilenmesi demek. Ama burada asıl olan, sendikaları yeniden işçilerin yönettiği odaklar haline getirmek. Asıl engel burada. Bir kastın oluştuğu ve bazen yönetimlerin değişmesiyle bile bu kastların yerinden oynamadığı bir düzen bu. O yüzden sendikal krizden çıkışın en önemli yolu, işçilerin yönettiği, TİS’ten temsilci ve yönetici seçimlerine kadar her şeyin tam bir sendikal demokrasi ile gerçekleştiği bir noktaya varmak. Şu anda, belli birkaç istisna dışında sendikaların hiçbirinde işçilerin iradesi, söz ve karar hakkı yok. Kararların tamamı işçileri iradesi dışında bir yerden alınıyor. Sendikalar sendika olma hüviyetini yitirmiş durumda. Sendika olmaktan çıkmış yani. İlk sendikalar nasıl kuruldu, düşün? 1800’lerin ortasında kurulan sendikalar aslında işyeri örgütleriydi, sonra giderek işkolu, havza ve ülke düzeyinde örgütler haline geldiler. Bir süre sonra da bir işçi aristokrasisi oluştu ve zamanla bürokratik yapılara dönüştü.
O yüzden, bizim ihtiyacımız şu: Birincisi sendikalardaki bu bürokratik kastları devirmek ve işçilerin yönetime gelmesi. Ama şu değil: Kongrede iki liste çıkacak, muhalif olanlar kazanacak. Bu sendikanın değiştiği anlamına gelmiyor. Tamamen tabandaki işçinin iradesini yansıtan, bütün kararların işçilerle alındığı bir anlayıştan söz ediyorum. Bu anlamda 12 Eylül yasalarına göre kendini düzenlemiş yapılar değişmeli. Mesela sendika başkanı işçiye hiç sormadan gidip yüzbinlerce işçi adına sözleşmeye imza atma hakkına sahip.
- Tam olarak onu soruyordum zaten.
Yönetimlerin değişmesi değil, yönetim anlayışının değişmesi. Bunu diyorum. Sendikalar değişecekse, 3-5 tane olmazsa olmaz var. Bazı şeyler, sendika olmanın asgari koşulu. Buralarda anlaşmalıyız. Birincisi, bir sendika, sözleşme kaç işçiyi ilgilendiriyorsa o işçilerin tamamının onayını almadan sözleşme imzalayamaz. Bu yoksa sendika yoktur. İkincisi, sendika yönetilin tamamı, temsilciler dâhil, işçilerin demokratik katılımıyla, gizli oy açık sayımla seçilmelidir. Üçüncüsü, işçileri ilgilendiren hayati kararların hiçbiri işçilerin çoğunluğunun onayı olmadan alınmamalı. Ve ayrıca, idari yapı meselesi. Bir sendika başkanı veya herhangi bir yönetici, o sendikaya üye olan işçilerin ortalama ücretinden bir kuruş fazla ücret almamalı. Bu, işçiye yabancılaştırıyor. 60-70-100 bin gibi maaşlar alan ve bütün harcamaları sendika kasasından yapan biri işçilerle kader birliği yapamaz. Bunu güvenceye almak gerekir. Bunun için de sendikanın gelir giderleri işçilerin denetimine açık olmalı. Bunlar da yetmez, bütün sendikalarda işçilerin en az üçte birinin imzasıyla geri çağırma hakkı ve kongre yapma hakkı olmalıdır. Bütün bunlarda bir mutabakata ve işçiler arasında bunların bir mücadele konusu haline getirilmesine ihtiyaç var.
- Ayrıca yasalar ve yasaklar bu kadar sıkıştırınca yeni eylem biçimleri de çıkıyor ortaya
Kendini yasalarla sınırlamayan meşruiyeti esas alan biçimler…
- Villanın önüne de AVM’ye de gidiyor işçiler mesela. Örneğin siz Levi’s’in önüne gidiyorsunuz…
İki yönlü bir ihtiyacımız var. Birincisi, sendikaların, sınıfın önündeki yasal bariyerleri aşacak bir mücadele ihtiyacı.
- İyi bir iktidarı bekleyemeyiz bunun için ama değil mi?
Kesinlikle bekleyemeyiz. Bu gitsin, biraz daha sosyal demokrat biri gelsin filan değil. Bu zaten işçi sınıfını, sendikaları pasifize ediyor. Tek adam rejimi gitsin tamam ama böyle bir köklü çözüm beklemek aptalca. Nihayetinde bu iktidarın alternatifi son seçimde Millet İttifakı’ydı ve onlar da burjuvazinin başka bir kliği. İktidar değişikliği bir nebze önümüzü açardı belki ama bununla işçi sınıfının sorunlarının çözülmesini beklemek boş hayal.
İki şey yapmamız lazım. Birincisi, işçi sınıfının ana gövdesinin örgütlü olduğu sendikaların tabanından başlayarak bunları mücadelenin temel gündemi haline getirmeliyiz. Barajdır, yetkidir, grev yasaklarıdır, dayanışma grevlerinin engellenmedir, hepsi… Bunları talep haline getirip iktidarı zorlamak gerekir. Ama bu yetmez. Bu, talep edip bekleyerek olmaz. Dünyada sendikaların nasıl geliştiğini biliyoruz. İngiltere’de de aslında ilk sendikalar yasadışıydı. Büyük mücadelelerle yasalar çıktı. Tarih böyledir.
- KESK ortaya çıktığında kanun mu vardı?
Evet, tam da öyle. O yüzden yasal değişiklikleri zorlayacağız ama bunun önünü açacak olan şey, bu yasalara geçersizleştirecek fiili mücadelelerdir. Metal, Lastik, Şişecam’da hep tekrarlanır. Grev, sonra yasak, sonra da sendikaların hakeme gitmesi, vs… Sadece BMİS’e bağlı bazı işyerlerinde bu yasağı tanımıyoruz denildi ve yasak delindi. Örnekleri var yani. Ona bakarsan BİRTEK-SEN’in şu ana kadar yönettiği direnişlerin hepsi aslında yasadışı ama meşru grevler ve çoğunluğunda da kazandık. Demek ki olabiliyor. Son iki-üç yılda etki yaratan ve çoğu durumda kazanan işçi hareketlerinin neredeyse tamamı fiili mücadelelerdir. Bu eylemlerin ve sendikaların öne çıkması bunun bir nüvesidir.
- Bir de asgari ücret meselesi var. Tek adam rejimi onu da bir lütuf gibi sunuyor. İşçi sınıfı örgütlü olmayınca sonuçta Reis’in iki dudağının arasına bakıyoruz.
Daha da ötesi… Konfederasyonların ki hatta buna DİSK de dâhil, yönetim kurullarında şunun tartışıldığını biliyorum: Asgari ücret çok yükselirse bizim yaptığımız sözleşmeler geçersiz hale gelir. Bu yüzden aslında içten içe asgari ücretin düşük kalmasını isterler. Bu ciddi ciddi böyle. Çünkü mevcut sendikaların örgütlü olduğu işyerleri ile örgütsüz olan işyerleri arasındaki fark o kadar belirsiz ki. Asgari ücretin 2/3 bin üstünde alan bir işyerini düşünün, asgari ücret biraz yükselince, sendikalı işyeri onun altında kalabiliyor. O yüzden Türk-İş rakam bile teklif etmiyor fazla.
Evet, dediğiniz önemli. Toplum örgütlü olsa, asgari ücreti gündemine almayacak kadar örgütlü olsa asgari ücret temel ücret olmaz bu ülkede. Ama sendikalı işyerlerinde asgari ücrete yakın çalışılıyorsa ne diyeceksin? Açlık sınırının altında yani düşünün. Böyle olunca refleksleri şaşırtıcı olmuyor.
- Peki, bugünkü mücadeleci sendikalardan 60’lardaki gibi çıkış beklenebilir mi?
Bugün sokakta olan, cüssesi küçük ama yarattığı etki büyük mücadeleler çok önemli ve değerli. Umutlu olmamızı sağlıyorlar. Ama bugünkü haliyle, toplamda bütün sınıf hareketini, sendikal mücadeleyi dönüştürecek düzeyde değil. Bunun için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Kendiliğinden akan bir zaman değil tabii. Bazı aşamalardan geçmeliyiz. Bunların daha kalıcı, daha örgütlü mevzilere dönüşerek ilerlemesi gerekiyor. Bu bugünden yarına olmayacak. Ama bu, umutsuz bir iş yaptığımız anlamına gelmiyor. Biriken bir şey var. En büyük engel mevcut sendikal anlayış. Bu anlayışı kırmadan, dökmeden istikrarlı bir ivme çok zor.
İki şey gerekli; birincisi mevcut konfederasyonlardaki mücadeleci sendikaların cesaretle öne çıkması; ikincisi BİRTEK-SEN, Bağımsız Maden İş, Enerji Sen, Gıda İş ve benzerlerinin biraz daha güçlenmesi gerekiyor. Ayrıca da bütün bu mücadeleci eğilimlerin organik de olabilecek daha güçlü bir dayanışmaya ihtiyacı var. Bir yerde bir direniş başlayınca onun etrafında kenetlenip kendi sendikasıymış gibi sahiplenecek bir mücadeleye ihtiyaç var. Bir süre daha yenilgilerle yürüyeceğimizi düşünüyorum. Sendikal bürokrasi şu anda daha önce hiç olmadığı kadar güçlü ve hâkim ama bir yandan da daha öne hiç olmadığı kadar zayıf durumda. Yönetimler ellerinde ama artık meşruiyetlerini yitirdiler.
Bu önemli bir avantaj. Ama şu engel de var. Sendikal bürokrasi, sendikaların başına çöreklenmiş insanlardan ibaret değil; ne yazık ki bu anlayış işçilerde de kanıksanmış durumda. İşçiler bürokrasiye çok tepkililer ama bu sorgulamanın dayanağı, daha çok bu imzalanan sözleşme ve ücretlerle ilgili. Sendikaların işçilerin iradesini yansıtacak biçimde yeniden örgütlenmesini talep edecek düzeyde değil henüz. İşçinin kafasındaki iyi sendikacı, iyi sözleşme yapan sendikacı. Biz, onlara iyi sendikacıya değil, iyi bir anlayışa ihtiyaç olduğunu anlatmalıyız. Bu sendikacılığı şimdilik bugünkü lokal eylemlerle yıkmamız mümkün değil ama bugünkü direnişler yenilgiyle bitse bile bir birikim yaratıyor ve sendikal bürokrasinin yüzünü teşhir ediyor ve işçinin mücadeleci sendikacılık talebi daha da bileniyor. Yenilgiler de bilinç yaratıyor.
- Son olarak Özak’a dönelim. Bu Özak patronu, dünyanın en önemli adamı değil herhalde. Jandarması polisi niye bu performansı gösteriyor?
Karşımızda sadece Özak patronunun refleksiyle hareket eden bir güç yok ki. Ucuz ve örgütsüz emek koşullarında bu statükocu sendikal anlayışta bir gedik açılması çok büyük bir tehlike onlar için. İkincisi, Urfa ve bölge için bir tehlike var. Sermaye sınıfı ve bu iktidar özellikle Kürt coğrafyasını oluşturan bölgeyi Türkiye’nin Bangladeş’i yapmak istiyor. Burayı ucuz işgücü cenneti yapmak istiyorlar. Urfa gibi bir yerde bir mücadeleci sendikanın kazanım elde etmesi, bu projeyi tehlikeye sokuyor. O yüzden, vali, polis, patronlar ve en önemlisi siyasal iktidar var karşımızda. Belediye başkanı, vali, patronlar hepsi aynı şeyi söylüyor: Haklısınız ama bu sendika olmaz, bu sendika gelirse burada fabrikalar kapanır! Bu sendikanın örgütlenmesinin Özak’la kalmayacağını onlar da biliyor ve bunun uzun vadede bölgenin ucuz işgücü cenneti yapılmasının önünde bir tehlike olduğunu biliyorlar.
Asıl mesele bu işte.