Tuzla’da 28 Ocak Pazartesi günü bir akaryakıt gemisinde meydana gelen yangında 2 işçi hayatını kaybederken, 1’i ağır olmak üzere 11 işçi de yaralandı. Ne yazık ki benzer katliamlarda olduğu gibi Tuzla’daki katliam da cılız açıklamalarla geçiştirildi. Tıpkı diğer işyerlerinde olduğu gibi işçiler öldü, geride kalanlar çalışmaya devam etti. Neredeyse bir işçi mezarlığına dönen, işçi cinayetlerinde dünya üçüncülüğüne yükselen ülkede, başlıktaki sorunun sorulması ve cevaplarının bulunması gerekiyor. İşçiler neden ölüm karşısında susuyor ve ölüm işçiler arasında neden bir kader gibi karşılanıyor?
Siyasal iktidar, hegemonyasını inşa ederken, kendi dil ve kavram dünyasını topluma dayatmakta, toplumu, kendi düşünüş sistemi ve mantığı içerisinde düşünmeye zorlamaktadır. Böyle olunca olanı anlamak ve anlamlandırmak için yapılan her tanımlama, egemen dilin kalıplarına sıkışmakta, egemen zihniyetin kendisinin yeniden üretimine hizmet etmektedir. Verili egemenlik ilişkilerine karşı mücadele edenler bile kendilerini, iktidarın dil dünyası içerisinde tarif etmek, bir çeşit dil hapishanesine girmek zorunda hissetmektedir. Esnek çalışma ilişkilerinin ve enformel çalışmanın yoğun olduğu bir süreçte, çalışma koşullarında emeğin denetimi,günlük hayatı sarmalayan kültürel hegemonyanın desteği ile sağlanmakta,bu emek kontrolü yalnızca iş içi değil, iş dışı yaşamı da kapsayan bir yerden yapılmaktadır. İşçiler, egemen sınıf ve onun iktidarı ile aynı dili konuşmak,aynı ortak dünya görüşünü paylaşmak, patronlarla bir kader birliği oluşturmak durumunda kalmaktadır. Tüm toplumsal hayatı dini motifler ve kavramlar üzerinden tarif eden iktidar, çalışma ilişkilerini de dini motif ve kavramlarla tariflemektedir. Egemen dil hapishanesine sıkışan işçiler, eşitsizlik ve işçi cinayetlerine karşı “sabır”, “sınav”, “şükür”, “tevekkül”, “kader”gibi kavramların şekillendirdiği bir izah mekanizmasına sığınarak,durumu kabullenmektedirler. Bir madencinin neden ölümüne çalıştığını izah ederken kurduğu basit cümle, tüm anlatılmaya çalışılanların özeti gibi durmaktadır: “Aşağıda ölüm olasılık, yukarıda açlık kesin.”
İşçiler bir çeşit öğretilmiş çaresizlik çemberi içerisinde, güçsüzlük ve yalnızlık hissiyatı ile giderek mücadeleden uzaklaşarak süreci sessizce seyretmekte, bir sessizlik sarmalına sıkışmaktadırlar. Siyasal iktidarın Soma Katliamı sonrası, katledilen işçileri “şehit” ilan ederek işçi ölümlerini kutsallaştırması, işçi cinayetlerini bir kader olarak kabule zorlaması, benzer dil dünyasının dayatılmasından başka bir şey değildir. Sorun, iktidarın bir dil hapishanesi inşa etmek istemesinde değildir. Sorun, işçilerin bu dünyaya sıkışmış olması ve işçi cinayetlerini giderek kader gibi okuyor olmasındadır. Bu kabul edişin altında sürecin değiştirilemeyeceğine dair karamsar bir algı yatmaktadır. Değiştirilmesi gereken durum tam da budur. Bir orta sınıf üstenciliği ile işçilere kızmak yerine bu çaresizlik duygusunun nasıl kırılacağına kafa yorulmalı, bu durumu değiştirecek adımları hayata geçirmek için harekete geçilmelidir.
Esnek çalışma, toplumsal güvence ağlarını dağıtıp, emek örgütlerini dağıtarak zayıf düşürmüş, işin kendisini ve işçi sınıfını parçalamış, işçileri yalnızlaştırmış ve çalışma koşullarını kuralsızlaştırmıştır. Bu kuralsızlık, zorlu mücadeleler sonucu kuralları patronlara dayatmış işçiler için, patronlar karşısında tüm güvencelerinden yoksun kalmaya yol açarken, patronlar için sömürü mekanizmaları üzerindeki tüm işçi kazanımlarından kurtulmayı getirmiştir. İşçi sınıfının gücü, birliği ve örgütlülüğünden gelmiştir. Esnek çalışma işçileri birbirinden koparmış, örgütsüz ve güvencesiz çalışmayı bir kural haline getirmiş, işçileri bir çaresizlik sarmalına mahkûm etmiştir. Hayatlarını sürdürmek için çalışmak zorunda olan işçiler, verili çalışma koşullarını değiştireceğine inanmadığı sürece egemen dile sığınmak, sessizliğini sürdürmek durumunda kalacaktır. Elbette ki bu çalışma koşullarının kabul edilemez bir hale gelmesi, sınıfın öfkesinin patlaması oldukça mümkündür. İşçilerin sessizliğinin kırılmasının temel koşullarından birisinin, onlara değişim umudu verecek politik hareketin kendisini, programı ve eylemiyle ortaya koyması olduğu bilinmektedir.
İnsanlar, içerisinde yaşadıkları konumlanışı, ancak onu aşabileceklerine ve değiştirebileceklerine inandıkları zaman riske atar ve terk ederler. İşçilere, işçi cinayetlerinin durdurulabileceğine dair küçük de olsa bir ışık verilmediği sürece işçi cinayetleri kader gibi kavranacaktır. Dar grup hesapları ve somut karşılığı bulunmayan keskin ajitasyonun bunu sağlamayacağı görülmelidir. Kaderi değiştirmek için mücadele edenlerin bunu propaganda dışında somut verilerle ortaya koyması gerekir. İşçiler, ancak değiştirme potansiyeli olan bir siyasal hareket gördüklerinde onun arkasına mevzilenecektir. Sosyalist hareketler toplumun bütünsel sorunlarına sahip çıkarak kaba bir işçiciliğe düşmeden, sermayeye ve saraya karşı güçlerini birleştirip, işçi sınıfı ve Kürt halkının birleşik, ortak mücadelesini örmek için harekete geçmelidir. Sosyalist hareketler işçi sınıfının ve devrimin ihtiyaçlarını kendi grup çıkarlarının önüne koymadıkları sürece işçiler işçi cinayetlerine “kader” demeye, sosyalistler işçi cinayetlerini kınamaya devam edecektir.