Bildiğiniz gibi 3. Havalimanı inşaatında çalışan işçiler geçen haftalarda toplu olarak eylem yaptılar. İstekleri arasında görülen bir madde bu ana kadarki işçi-işveren anlaşmazlıkları için de nerede ise bir ilki içeriyordu. İsteklerinden biri, belki de en şaşırtıcı olanı tahtakurusu olmayan yataklarda yatmak istiyorlardı.
Ücret düşüklüğü ve zamanında ödenmeyen ücretler, zor ve kötü koşullarda çalışmanın talepler içinde bulunmasına herzaman alışkın olan medya ve işveren cephesi bu talep karşısında kısa bir şaşkınlığa düştü. Daha çok “Tahtakurulu Otel Odası” gibi bir jargona alışık olanlar bile işçi lojmanında tahtakurusu nedeni ile işçilerin isyan etmelerini anlamakta zorlandılar.
İnsanca yaşam koşullarını en alt düzeyde bile işçisine layık görmeyen bir zihniyet dünyasının şaşkınlığını kısa bir süre sonra yerini bu işlerin altında, bir gariplik aramaya başladı… Örnek hazırdı; gelen sorulardan biri, üç senedir süren inşaatın sorunları neden tam da açılış arifesinde ortaya çıkmıştı? Bunun mutlaka bir nedeni olmalı idi. Bu ve benzeri soruların arka planının tahmin etmek hiç zor değildi. Düz bir mantıkla aranan soruların yarattığı kuşkuları ne kadar yaygın hale getirirseniz o ölçüde kendi ideolojinizi yaygınlaştırmış da olursunuz. Bu noktada verilecek cevap çok idi ama hangisi ile başlanmalı? Mevcut çalışma sorunların en başından beri olumsuz olması, ancak direnme sınırının aşılması mı? İşçilerin ekmek parası derdi ile her zaman olduğu gibi direnmek yerine sebat göstermek gibi tercihlerinin öne çıkmasını mı? Arkalarına sendikalarını aldıktan sonra kendilerine olan güvenin artışı ile mi açıklamak gerekir bilemiyorum.
“Asla tek başına Yürümeyeceksin” sözü galiba burada da geçerli oldu. Buna rağmen inşaatlarda çalışan birçok işçi eylemde öncülük yaptığı gerekçesi ile işten çıkartıldı. Çok sayıda işçinin ise halen göz altında olduğu havaalanı inşaatında örgütlü üç sendika tarafından bu günlerde basına duyuruldu. Bu işçilerin çalıştıkları sektör SGK verilerine göre Türkiye’de iş kazalarının en yoğun yaşandığı inşaat sektörü olmasına rağmen, işçilerin el yazıları ile yazılmış taleplerinin ardında terör aramanın mantığı çok kolay çözülemez.
Bu olayla ilgili olarak “Kulaklarımızın sağır, gözlerimizin de kör olduğu” anların uzun olmamasını tam dilerken, Başkanın gündeminde olan konulardan biri de ortaya çıkageldi; Yurt dışında olan bilim adamlarının ülkeye geri dönmeleri talep ediliyordu. Bu talep kendinden menkul bir talep değildi üstelik. Son yıllarda sadece beyin göçünde artış yoktu. Herkesin, her toplumsal kesimden insanların acilen yurt dışına gitme isteği yapılan araştırmalara yansımakta idi. Nitekim bunu destekleyen bir diğer güncel bilgi ise yaşları 18-24 arası olan gençlerde işsizlik oranı yaklaşık yüzde 20 civarında olurken, çalışmayan ve okula devam etmeyen gençler ise bu yaş dilimi içinde yüzde 25’e ulaştığını devletin resmi organları ifade ediyor. Bu geniş kitle bize 18- 24 yaş arasındaki dört gençten birinin hiç bir şekilde iş veya okulla ilgisinin bulunmadığını gösteriyor. Bu genç insanların yaşamlarını daha iyi koşullarda sürdürmek için arayışlarındaki temel motif ise çoğunlukla başka ülkelerin cazip koşulları olduğundan hareketle oralara gitme istekleridir. Bu yönelim sadece daha iyi koşulları kendisi için sağlama isteği değil aynı zamanda içlerindeki macera ruhuna da hitap etmekte.
Şimdi bu insanların özellikle yüksek eğitimli olanlarına ülkeye geri dön demek, vatanmillet edebiyatının en popülist söylemini oluşturuyor. Bunun yanı sıra yaklaşık 5 bin öğretim üyesi çeşitli gerekçelerle üniversiteden uzaklaştırılmış iken ülkeye gelin çağrısı kime ne ölçüde etki eder?
Belki de Üniversite çalışanlarının mücadelesi ile işçi sınıfı mücadelesinin ayrı şeyler olmadığı tahtakuruları ile mücadelenin yerine iş güvencesizliğinin geldiğinin farkına varmak yeterli olacak bu noktada…