AKP’li 16 yılda yaklaşık 22 bin işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Yani fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, ofislerde bildiğiniz savaş koşulları yaşanıyor. Meslek hastalıklarını saymıyoruz bile çünkü bilinmiyor. Sadece teorik olarak bu dönemde 100 ila 120 bin işçinin de çalışırken ya da emekliyken meslek hastalıklarından can verdiğini söyleyebiliyoruz.
Maden işçilerinin durumu yaşananları özetler halde. Evden çıkarken ailelerinden helallik istiyorlar. Peki bu yaşananların sorumlusu kim? Patronların maliyet olarak görüp önlem almaması mı? Devletin denetim yapmaması mı? Yoksa onların ifade ettiği gibi ‘işçilerin hatası’ mı? Tabi bize göre işçi hatası değil. Ancak patronların önlem alması ve devletin denetim yapması da iş cinayetlerini sadece azaltabilir. Çünkü iş cinayetleri bir bütün olarak sermaye düzenine, onun güncel politikaları olan neoliberalizme, ucuz ve güvencesiz işçilik politikalarına karşı mücadele ile önlenebilir.
Onlar diyor ki ‘işçi ölümleri adli vakadır’. Ama memleketine sahip çıkanların sosyal medya paylaşımlarını ya da TTB’nin ‘savaş bir halk sağlığı sorunudur’ diyen iki paragraflık açıklamasını siyasi suç ve hatta vatan hainliği olarak değerlendiriyorlar. Peki işçi ölümlerini ‘adli vaka’ olarak göstermelerinin nedeni nedir? Çünkü işçi ölümleri politik olarak görülürse ve böyle bir bilinç genelleşirse işçi sınıfı örgütlenebilir ve Direnİşçi’ler ortaya çıkabilir. En başta AKP’li yıllarda yaşanan iş cinayeti sayısına değinmiştim. Doğrudur, Cumhuriyet döneminin en çok işçi ölümünün yaşandığı dönem budur. Çünkü iktidar sermayenin en saldırgan politikalarını uygulamaya elverişli kadrolarına da sahiptir. İşçi ölümlerine kader, fıtrat diyen açıklamalardan grev yasaklarına, sermayeye verilen teşviklerden ölen işçilerin bir de hukuken sorumlu bulunmasına kadar bir çok uygulama gözler önündedir.
Bu gerçeklik, işçi ölümlerini sınıfsal içeriğinden, sermaye düzeninden, politikalarından ve Türkiye’ye biçilen rolden ayrı düşünmemizi gerektirmez. Sorun özünde ne AKP kadrolarıdır ne de diktatörlük değildir. Sorun işçi sınıfının iktidar olma sorunudur. Ancak bizler pratik düşünmek de zorundayız. Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu işçileşmiştir. İktidarın önümüzdeki dönem işçilere vaat edeceği tek şey etnik, cinsel, kimliksel, ekolojik saldırılar ile dinsel gericileştirme ve savaş politikalarıdır. İktidar için bu tercih değil bir zorunluluktur çünkü yönetmek için vaat edebileceği başka bir politika yoktur.
24 Haziran seçim süreci dönemindeyiz. Bu dönemi değerlendirirken işçi sınıfının yaşadıklarını ve gelecekte yaşayacaklarını ancak bir direniş odağı oluşturmaya çalışarak değiştirebiliriz. İşçi sınıfı direnişinin önemli bir kurucu bileşeni de ‘iş cinayetlerine karşı can güvenliği istiyoruz’ diyen bir İSİG politikası olacaktır. Bu noktada farklı sektörlerden, işkollarından, mesleklerden işçilerin (sanayi/hizmet/tarım, metal işçisi, mevsimlik tarım işçisi, banka işçisi, sağlık işçisi, doktor, mühendis, akademisyen, iş güvenliği uzmanı vb.) ve işçi ailelerinin hayat verdiği İSİG hareketinin İstanbul, Ankara ve Kocaeli’de kurumsallaştırılması ve ülke çapında özellikle sanayi şehirlerinde yaygınlaştırılması elzemdir. Temel ilke olarak devletten, sermayeden (fon almayan) ve siyasal partilerden bağımsız, emek-meslek örgütleriyle eşitler bir ilişki kurabilen bir İSİG hareketi işçi sınıfını bölen saldırı ve savaş politikalarına karşı da yeni bir yaşamın kurucu temellerinden birisi olma misyonunu gerçekleştirebilecektir. Sistemi değiştirme ufkumuzun bilinciyle ama pratiğin değiştirici gücü ile yol alarak işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında verilen her emeğin birleşmesi gerekmektedir.