Önceki gün gündeme gelen İş Bankası ve CHP hissesi sorununda ilk bakışta mesele bir miras meselesi gibi görünse de, iştah kabartan rakamlara biraz bakılınca büyük bir ‘çökme’ hazırlığının yapıldığı görülüyor. Ama zaten Türkiye’nin tarihinde ‘mala çökmek’ bir sermaye birikim modeli
M. Ender Öndeş
Brunson meselesinde hızlı bir viraj alma ihtiyacının doğmasından sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, önceki gün CHP’nin İş Bankası’ndaki hisseleri sorununu yeniden pişirip ortaya sürdü. Özellikle konunun ayrıntılarını bilmeyen yurttaşları kışkırtan bir dille konuşan Erdoğan, aslında yasal olarak CHP’nin bankadan para alamadığını da belirtirken, arada bir yerde de asıl amacını ortaya koydu: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tür bir varlığı herhangi bir siyasi partinin etiketi altına giremez. Girse girse Hazine’ye girer.” Toplam 362 milyar TL’yi aşan maddi varlığı olan bir bankadan, daha doğrusu onlarca fabrika ve işletmeden oluşan bir holdingden söz edildiği düşünülürse, Erdoğan’ın en azından bir dilimine el koymak istediği pastanın büyüklüğü anlaşılıyor.
Ama meselenin bir başka boyutu da var. Bu yılın Eylül ayında, Yeni Şafak’ta Abdullah Muradoğlu imzasıyla yayınlanan bir yazıda bu konuda da sinyal verilmişti. Muradoğlu, İş Bankası yönetiminde yer alan 4 CHP’li üyeyi kast ederek, aslında “vasiyetname” gereği orada olan bu üyelerin de devleti temsil eden Cumhurbaşkanı tarafından atanması gerektiğini belirtmişti. Yani, aslında Erdoğan, hem yüzde 28’lik Atatürk hissesine, hem de bu hisseden doğan yönetim kurulu üyeliklerine talip olmuş durumda ve hepsi bu kadar da değil, bankanın Munzam Sandık Vakfı’na ait yüzde 40’lık hissesi de ayrıca iştah kabartıyor.
İş Bankası: Özgün bir örnek
İş Bankası, bankacılıktaki başka örneklerden nispeten farklı bir banka… Her bankanın ismi kamuoyunda bilinen bir sahibi varken, İş Bankası’nda durum tam öyle değil. Mustafa Kemal’in talimatıyla 1924’te yeni Türk burjuvazisinin palazlandırılması, sermaye birikimi yaratılarak bu güçlerin hizmetine sunulması için kurulan ve bu süreçte birçok projenin finansmanını sağlamış olan banka, 1990’larda ‘özelleştirme’ kapsamına alındıktan sonra ‘ortaklık’ yapısıyla işletildi. Şu an itibarıyla da bu ortaklık yapısı, İş Bankası Munzam Sandık Vakfı yüzde 40, Atatürk Hisseleri (CHP) yüzde 28 ve halka açık pay yüzde 32 olarak görünmekte. Atatürk hisseleri CHP tarafından temsil edilmekle birlikte aslında gelir Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na ait.
Ancak, ‘Sandık Vakfı’nın durumu biraz daha karışık. Bu bölüm, “Emekli Sandığı” aracılığı ile çalışanların ve emeklilerin ortak olduğu bir kolektif gibi görünüyor. İşin içinde, 1964’te Tibaş adı ile Türkiye İş Bankası’nda bir işyeri sendikası olarak kurulan Basisen sendikası da var. 40 bin üyesi olan sendika, vakfın da yönetimini oluşturuyor. Ancak tabii ki, bütün bunlar temsili işlevler; yani bankanın yönetimini ve yüzlerce iştirakten oluşan faaliyetini çalışanlar belirlemiyor. Sonuçta, bir holdinge dönüşmüş olan banka, bir yönetim kurulu tarafından yönetiliyor ve milyarları bulan yıllık kar oranları banka memurlarına dönmüyor. Banka yönetimi bu büyük mablağı bir özkaynak fonu olarak kullanıyor. Erdoğan yönetimi de gözünü işte bu fona dikiyor.
Yönetimi ele geçirmek
AKP’nin hırsı sadece Vakıf hisseleriyle sınırlı değil. Bankanın CHP tarafından soyut olarak temsil edilen yüzde 28’lik Atatürk mirası payı Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’na gidiyor ve bu para da muazzam bir büyüklük oluşturuyor. Ama paradan daha önemli olan, vasiyetname gereği yönetim kurulunda CHP’ye ayrılmış olan sandalyelerin ele geçirilmesi.
11 kişiden oluşan İş Bankası yönetimindeki 4 CHP sandalyesi, bu bakımdan ‘Bankaya çökme’ operasyonunun ilk adımı gibi görülüyor. Bu üyeleri devletin, yani tek seçici olan Cumhurbaşkanı’nın ataması sonucunda AKP, böylece, tamamen bankacılardan ve profesyonellerden oluşan 13 kişilik üst yönetimi de zamanla ele geçirebileceğini umuyor. Daha uzun vadeli amaç ise, bankayı kontrol altına alarak Varlık Fonu’nun bir parçası yapmak, böylece yüzlerce fabrika ve işletmeden oluşan bir holdingi doğrudan Erdoğan’ın emrine vermek…
Böylece aslında, Varlık Fonu, TMSF ve birçok başka ekonomik kurumu fiilen elde tutan Beştepe iktidarı, büyük bir sermaye gücünü daha doğrudan kontrolü altına almanın adımını atmış olacak. Üstelik iktidar bunu ‘Atatürk’ü kurtarma ve sahiplenme’ söylemi eşliğinde yaparak tarihsel bir ironi de sergilemiş oluyor.
Bu kurumlar ne yapar?
Yüzde 28’lik hissenin gelirlerinin aktarıldığı Türk Tarih Kurumu (TTK) ve Türk Dil Kurumu’nun (TDK) durumu da karışık. Her ikisi de “Güneş Dil Teorisi” gibi hurafelerin ve Türkçülüğün/Milliyetçiliğin köpürtüldüğü dönemde kurulmuş olan bu kurumların söz konusu kaynakları nasıl değerlendirdikleri pek fazla kurcalanmıyor. Milyonlarca insanın kendisini Kürt olarak tanımladığı bir ülkede bu kurumların asimilasyoncu ve resmi tarih yazıcı özellikleri bir tarafa, muazzam büyüklükteki bu paraların akıbeti de araştırılmaya değer bir konu.
Örneğin TTK bütçesinde 2016 iştirakler tahmini 85 milyon TL, 2017 tahmini ise 103 milyon TL olarak görünüyor ve iki tahmin de bir hayli aşılıyor ama kurumun mevduat gelir tahminleri aynı dönemler için 50 milyon ve 60 milyon olarak görünüyor. Yani kurum banka gelirinin yarısından fazla bir miktarı da faizden sağlıyor, fiilen para ticareti yapıyor. Buna karşın aynı dönemde toplam TTK giderleri 2016 ve 2017 için 30 milyon ve 17 milyon olarak oluşuyor.
TDK’nın 2017’de (ilk 8 ay) “Banka ve KİT’lerden gelir” diye kaydettiği gelir 146 milyon TL olarak görünürken, faiz gelirleri 51 milyon civarında. Aynı dönem için TDK giderleri ise 10 milyon TL civarında görünüyor. Asimilasyon ve tekleştirme ile görevli her iki kurumun harcamaları arasında burslardan, personel giderlerine, yatırımlara kadar çeşitli kalemler var; ancak tablolardan anlaşılan, ikisinin de bankadan elde ettikleri kaynakları yine mevduat olarak piyasaya döndürdükleri şeklinde.
El koyma ekonomisinin kısa tarihi
Türkiye’de azınlıkların ya da bir şekilde lanetlenen toplulukların, kurumların mallarına el koymak, yeni bir uygulama değil. Resmi tarihin dışına çıkan ciddi araştırmalar, bugünkü Türk burjuvazisinin hayli önemli bir bölümünün sermaye birikimlerini sık sık tekrarlanan yağma ve talan süreçlerinden elde ettiğini doğruluyor.
Bireysel el koyma örneklerini bir yana koyduğumuzda, yakın tarihte başlıca 3 dönemeç görülüyor.
Büyük soykırım büyük talan
1915 Soykırımı’nın insani tablosunun tam olarak tespit edilmesi ne kadar zorsa, ekonomik alandaki ‘el koyma’nın tam meblağını tespit etmek de o kadar zor. Örneğin 1908’de sadece yüzde 3 olan anonim şirketlerdeki Türk sermayesi payı savaş sonunda yüzde 38’e çıktığı biliniyor. Müslüman olmayan nüfusun oranı 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da yüzde 56’dan 1927’de yüzde 35’e, İzmir’de ise yüzde 62’den yüzde 13’e iniyor. Trabzon’da bu oran yüzde 43’ten yüzde 1’e, Erzurum’da ise yüzde 32’den yüzde 0,1’e iniyor. Bu rakamlar el değiştiren servetin boyutunun çok yüksek olabileceğini ortaya koyuyor. Tehcir sırasındaki soygunlar dışta tutulduğunda bile tarihçiler bütün süreç boyunca 380 milyar dolarlık mülkün el değiştirdiğini iddia ediyorlar…
Vergi değil gasp
“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız… Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Bu kanun sayesinde piyasaya egemen olan azınlık tüccar sınıfı ortadan kaldırılarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” Başbakan Şükrü Saracoğlu, 5 Ağustos 1942’de hükümet programını okurken böyle diyordu. Gerçekten de öyle yaptılar. 12 Kasım 1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi’nin başlıca amacı buydu zaten. Verginin yüzde 87’si Müslüman olmayanlara uygulandı; ödeyemeyenler sürgüne gönderildi. Sonuçta, 314 milyon 900 bin lira vergi toplandı. 1942 devlet bütçesinin 394 milyon lira olduğu düşünülürse, toplanan para bütçenin yüzde 80’ini oluşturuyordu. Böylece sadece para el değiştirmekle kalmamış, azınlık nüfusu da ciddi şekilde azalmıştı.
Selanik komplosu ve 6-7 Eylül
Selanik’te Atatürk’ün evinin MİT tarafından bombalanması sonrasında patlayan 6-7 Eylül kırımı, insani ve kültürel olarak tam bir trajediye yol açtı ama ekonomik olarak da hatırı sayılır bir servet yine el değiştirdi. Evi barkı yıkılan ve artık kendini güvende hissetmeyen tahminen 15 bine yakın yurttaşın ülkeyi terk ettiği düşünülürse bu miktar üzerine bir tahminde bulunulabilir.
Son parantez: TMSF
Yakın tarihte siyaset ve polis eliyle yapılan ekonomik tasfiyeler az değil. Ancak herhalde bunların en son ve parlak örneği 15 Temmuz sonrasında, uzun süre AKP iktidarının himayesi altında büyüdükten sonra kendi kanatlarıyla uçmak isterken darbe girişimine kadar sürüklenen Cemaat’e karşı gerçekleştirildi. 15 Temmuz sonrası el konulan Cemaat sermayesi varlıkları, büyük bir yekûn tutuyor. Bu yılın Nisan ayında TMSF’den yapılan açıklamaya göre hali hazırda 44 ilde 985 şirkette TMSF’ye bağlı kayyumlar görev yapıyor. TMSF Başkanı Muhiddin Gülal’ın açıklamasına göre, bu şirketlerin toplam aktif büyüklüğü yaklaşık 49,4 milyar TL, toplam ciroları 24,6 milyar TL ve toplam özkaynakları 19,7 milyar TL tutuyor ve halen bu şirketlerde 50 bin 192 kişi çalışıyor. Bunun yanında, OHAL sürecinde kapatılan 149 adet medya ve basın kuruluşunun varlıkları da, Maliye Bakanlığı tarafından satış amaçlı olarak TMSF’ye devredilmişti. “Türkiye’nin en büyük holdingi” olarak tanımlanan TMSF’nin de artık Erdoğan’ın başkanı olduğu Varlık Fonu’nun bir parçası olduğu düşünülürse, bu sermaye el değiştirmesi işleminin anlamı daha iyi anlaşılıyor.
İş Bankası: Pastanın büyüklüğü
AKP’nin göz koyduğu İş Bankası, aslında bankadan çok öte, bir holding gibi çalışıyor. Bankanın iştirakleri arasında, cam sektöründe, Anadolu Cam, Camiş Ambalaj, Paşabahçe Cam, Topkapı Şişe Sanayi, Trakya Cam, Şişe Cam var, Metal alanında, Metal ve Makina Sanayi, Asmaş Ağır Sanayi Makinaları, General Elektrik, Antdemir Demir Çelik, metalürji alanında ise Ferro Döküm Sanayii, İzmir Demir Çelik var. Banka, otomotiv alanında, Çelikord, Türk Pirelli, tekstilde Trakya İplik, kimyada Soda Sanayii, elektrikte Batı Karadeniz Elektrik Dağıtım, Kocaeli Elektrik Dağıtım’da iştiraklere sahip… Banka ayrıca, sigortacılık, gıda ve ticarette de güçlü kurumlara sahip.