Son günlerde doğal alanlar ile halkın yaşam ve tarımsal alanlarının zor yoluyla işgal edildiğini ya da fiili olarak topraklarını terk edip göç etmelerini sağlamayı amaçlayan uygulamalarla yüz yüzeyiz. Mardin ve Urfa’da DEDAŞ eliyle halk susuzluğa mahkum edilerek üretimden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Halka sunulan tek seçenekle arazilerini satıp göç etmeleri dayatılıyor. Direnenler ise karşısında asker ve polisi buluyor. Diğer yandan Konya Ilgın’da kömür madenine karşı tavır alıp arazilerini terk etmek istemeyen ve yaşam alanlarının zehirlenmesine karşı mücadele yürüten köylülere karşı 300 jandarma ile müdahele ediliyor. Türkiye’nin dört bir yanında yaşanan saldırıların ortak yanının ise hepsinin sermaye saldırısı olduğu ve buna ek olarak ırkçılığında uygulandığına şahit oluyoruz.
1982 yılında New York’ta bulunan Love Kanalı’ındaki kirliliğe karşı beyazlar (özellikle beyaz işçiler) tarafından yürütülen mücadele sonucu evlerinin altında ve çevresinde bulunan zehirli atıklar devlet tarafından toplanmış ve Kuzey Karolina’daki Warren kentine 10 bin tırla taşınarak Afrika kökenli Amerikan yurttaşlarının yaşam alanlarına bırakılmıştı. Bu durum ırkçılığın çevresel kirlilik boyutunda da yaşandığını açıkça ortaya koyuyordu. ABD’de halkların gözüne baka baka gerçekleştirilen bu ırkçılık uygulaması aynı zamanda dünyanın birçok bölgesinde yoksul halklarının yaşadığı topraklara ABD ve diğer bazı ülkelerden milyonlarca ton atık, sömürgecilik anlayışıyla yoksul ülkelere ihraç edilirken bu kez ırkçılığın farklı boyutuyla karşılaşmaktayız.
Bir başka boyutu ise hemen her ülkede çevresel kirliliklere yoksul halkların yaşadığı alanlarda rastlanıyor olması. Zengin sınıfların yaşadığı alanlarla yoksulların yaşadığı alanlar kıyaslandığında büyük bir sınıfsal farklılık ortaya çıkıyor. Türkiye’de adaletin zenginleri koruyan özelliği, yoksulları açlığa, sefalete, köleliğe iterken aynı zamanda doğal yaşamda en az yoksullar kadar adalet karşısında kaybeden taraf oluyor. Türkiye’de ya da dünyanın tamamında yoksullar kadar ekosistemin de adalete acil ihtiyaç duyduğu görülüyor. Doğal yaşamı korumak ise yoksulların kaderi olmuş durumda. Bu da ekoloji mücadelesinin ancak yoksul halklarca verilebileceğine işaret ediyor.
Yoksullarla yağmalanan doğa arasında büyük bir ortaklık var. Her ikisi içinde bu durum kader olarak yansıtılsa da bu asla bir kader değil. Yoksulluğun ortadan kalkması doğanın özgürleşmesine bağlıyken, doğanın özgürlüğü de yoksul sınıfların özgürlüğüne bağlı olduğu açıkça görülebiliyor. Bu yaşanan süreç kapitalizm ve kalkınmacı anlayışlar tarafından bir paradoks olarak sunulmaya çalışılıyor. Ancak bu durumun kapitalizm koşullarında ortaya çıkmakta olduğu gizlenemiyor ve paradoks yerle bir oluyor. Kapitalizmin emek sömürü üzerinden beslenerek sermayesini büyütmek dışında herhangi bir amacı ya da hedefi yoktur ve bu nedenle hammadde deposu olarak değerlendirdiği doğanın özgürleşmesinin önünde de tek düşman olarak karşımıza kapitalizm çıkıyor.
Irkçılığa geri dönecek olursak, Mardinli Kürt ve Konyalı Türk çiftçiler arasında dayanışmayı yaratmak ırkçı saldırıları bertaraf edebilecek özellik taşıyor. Ezilen ulus olan Kürtler, diğer ulusların sorunlarına duyarlılık gösterip dayanışma adımları atabilirken, Kürtlerin uğradığı saldırılara karşı diğer halklardan aynı refleks genellikle ortaya çıkamıyor. Oysa aynı kadere mahkum edilmiş yoksulların ırk, din vb. suni ayrımlarla düşmanlaştırıldığı ve bunun devletler tarafından bilinçli olarak yaratıldığını biliyoruz. Bu ayrımların yok edilebilmesi halinde yaşadığımız sorunlara çözümler üretmenin ilk adımı ırkçılığı tarihin kirli sayfasına gömmekle atılabilecek.
Ancak bu dayanışma tek başına sorunları kökten çözmeye yetmeyecek. Dayanışmaların sağlanmasıyla birlikte yapacağımız tartışmalarda kendi özyönetimlerimizi kurmaya ve dayanışmayı daha da ileriden sürdürmeye mahkumuz. Dünya üzerinde yaşanan ekolojik krizle birlikte ortaya çıkan iklim sorunu ve buna bağlı gelişen susuzluk gibi sorunların, kapitalist devletlerin yıllardır bir araya gelip gerçekleştirdiği zirvelerde çözülmesini beklemek tam bir hayaldir ve asla bir çözüm ortaya çıkmayacaktır.
Yaşadığımız sorunların tamamının tek müsebibi olan kapitalizm ve onun devletleri yoksulların ve doğanın tek düşmanıdır. Bu düşmana karşı bir araya gelmek ve özyönetimlerimizi yaratarak kapitalizmden kopmayı hedeflemek ise yakalanması gereken ve acil olan biricik halka olarak karşımızda durmaktadır. Israrla denemeliyiz ve asla bu hedeften vazgeçemeyiz…