20. yüzyılın önemli tarihsel gelişmelerini büyük oranda belirleyen “ırk” ve “ırkçılık” nosyonları, günümüze de bir anlama, anlamlandırma ve tanımlama biçimi devretti. İnsan topluluklarını kategorik olarak belli bir hiyerarşi içinde tanımlayan, enformasyon ve komünikasyon imkanlarını lokomotif bir güç ve bir imtiyaz olarak kullanan bu mefhum, maalesef kendini korkunç bir şekilde 21. yüzyıla da uyarlamakta, adapte etmektedir.
Sosyal ve siyaset biliminin ilgisini 19. yüzyılın sonlarına doğru üzerine çeken ırk ve ırkçılık mefhumunun içeriği ve mahiyeti, dünya tarihindeki önemli gelişmelere paralel bir izlekte seyretmiştir. Özellikle ulus devlete giden tarihsel süreçle birlikte, kapitalist ilişkilerin önemli bir itici gücü olarak ortaya çıkan “ırk” kavramı, sömürü, baskılama ve soykırım mekanizmalarını meşrulaştıran bir araca dönüşerek gelişmiştir. Günümüzde Batı’daki yabancı düşmanlığı başta olmak üzere mevcut İslam coğrafyasındaki ötekilere karşı ortaya çıkan şiddet olayları ve savaş politikaları eskiyle yeni ırkçılığın bir sonucudur. Aynı ırkçılığın bir türevi olan yapısal ırkçılık bugün egemen ulusun elitleri tarafından ötekiler hakkında küçümseyici konuşma, talk-showlarda ahkam kesme, haber, dergi ve gazetelerde bir beyazlık lakırdısı seremonisi şeklinde vuku bulmaktadır.
Egemen ulus burjuvazisinin söylemsel ırkçılığı ne yazık ki çoğu zaman beraberinde ölümcül sonuçları da hazırlıyor. Dahası toplumun öteki nefretini besleyen, bir ayrımcılık imalathanesi işlevi görerek toplumun afyonlanma mesaisinde önemli bir işlev görmektedir. Örneğin son yerel seçimler zamanında iktidar tarafından körüklenen Kürt düşmanlığı Bolu’da bir baba-oğulun sadece Kürtçe konuştukları için ırkçılar tarafından öldürülmesi ile sonuçlandı. Bunun yanı sıra salt Suriyeli, mülteci, Kürt veya öteki olduğu için hayatlarını kaybeden daha niceleri var. Onun için ırkçılığa yol vermemek, yorumsuz (söylem analizi) bırakmamak, demokratik toplumu, yurttaşlık haklarını ve toplumsal eşitliği savunmak kolektif bir sorumluluktur. Buradan hareketle “normal bir insan” olağanüstü bir incelik veya çaba içine girmeden de insanlık için neyin pekiştirici ve birleştirici olduğunu bilmelidir, eğer bilmiyorsa parçalanmayı ve sosyo-kültürel kızgınlığı (Resentments) uyandırmamalıdır. Hele hele kendisinin de parçası olduğu toplumsal değerler merkezini güçlendiren öğelere saldırmamalıdır, eğer bunu yapıyorsa demek ki öncelikle kendisinden kaynaklı bir sorun vardır. Eğer bunu biliyor ve ona rağmen bilinçli olarak yapıyorsa, denilebilir ki damgalama, dışlama ve hatta parçalanmayı hedefliyordur. Hedef noktası buysa, hedefe koyduğu zümreyi sosyo-kültürel semboller üzerinden aşağılıyor demektir.
Buna bağlı olarak ırkçılık, farklı “ötekilere” yönelmekte ve farklı mekân ve zamanlarda varlığını ve yıkıcılığını da bilhassa gösterdiğini görmelidir. Bunu görmemek kendini ait hissettiği yeri (kültürü) daha üstün bir his ve gustoya dayandırıyor demektir ve bunun adı kafatasçılık, ırkçılıktır. Unutulmamalıdır ki, ırk olgusu, insanlarda uyandırdığı farklı, üstün ve bir gruba ait olma hisleriyle beslenen mitsel bir inançla örtüştüğü için konforlu bir alandır. Bu korunaklı alandan dünyaya bakıp salvolar atmak kolaydır tabii ki! Dolayısıyla bağlamın bu noktasından sonra ortaya çıkan durum net bir tercih meselesidir ve bunun adı egemen kültürün çağa uyarlanmış ırkçılığıdır. Bu ırkçılığın çağa uyarlanmış hali genellikle semiyotik bir mefhum üzerinde bina edilir. Çünkü esas nedeni ve yapısal biçimi yükleme başvuran kişinin kişilik ve kültürel bölünmesiyle ilgili bir psikozdur. Zira genel kültür itibariyle genellikle metropoliten hatta kozmopolit bir donanıma sahiptirler ama egemen kimliğin özneleri olmaları nedeniyle evrensel temel haklar hususunda da tutarsızdırlar.
Yakın tarihimizin en bariz örneklerinden biri Alman Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi ve Sosyal Demokrat Partisi (SPD) eski üst düzey yöneticisi Sarrazin’dir. Bu kişi hem modern dünyanın en önemli finans kuruluşlarından birinin başında olabiliyor hem Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde siyaset yapabiliyor hem de ötekilere karşı “elit” bir ırkçı olabiliyor. Yani bir yandan daha modern, gelişmiş ve müreffeh bir Almanya isterken diğer taraftan Alman olarak görmediği (Göçmen geçmişe sahip insanlar) kesimlere karşı ırkçılık yapabiliyor. Sarrazin zamanında otokton Alman olmayan “Türk”, “Arap” ve göçmenlerin hayat tarzı, gelenek ve sofra edebiyle ilgili ırkçı söylemlerde bulunmuş, birçok ünlü gazete ve dergi de o ırkçı söylemlere yer vermişti. Olgunun bu düzeyi siyasiler ve entelektüellerin aynı ırkçılık söyleminde birleştiği noktada ortaya çıkar.
Dünyanın farklı yerlerinde cereyan eden egemenlik kibri ve imtiyazının, benzer şekilde son günlerde gündemi ziyadesiyle meşgul eden Cumhuriyet Gazetesi yazarı Işıl Özgentürk için de geçerli olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek. Çünkü kendisi yazar ve “entelektüel” olarak gözlemsiz, verisiz “bir öğretmen arkadaşından” duyduğu sosyo-kültürel bir “belirleme” üzerinden siyasi bir söylemde bulunmuştur ve bu söylemin tekabül ettiği şeyin devletin yapısal ırkçılığı olması tesadüf değildir. Ayrıca o da Sarrazin gibi modernite hayranıdır ama ötekilere karşı üstenci bir ırkçıdır. Dünyanın her tarafındaki bu şablonun tıpkı kendisi için de geçerli olduğu mübalağasız bir gerçek. Yani hem İstanbul Sözleşmesi’ne destek verebiliyor, hem toplumsal bazı konularda duyarlılık gösterebiliyor hem de tecavüz sonucu hayatına son veren bir Kürt kadın üzerinden Kürt kadınlarına karşı böylesi ırkçı sözler sarf edebiliyor. Özgentürk, insanları kavramsal olarak farklı “ırklara” göre sınıflandırmaya gerek duymaksızın genelleştirici bir eğretileme üzerinden Kürt toplumunu damgalamış ve aşağılamıştır, hem de indirgemeci, alelade, kolaycı ve beyazlık hallerinin korunaklı alanlarından herhangi bir kaynak gösterme ihtiyacı duymadan, “arkadaşından” aldığı bilgilere dayandırarak.
Dediğim gibi, Özgentürk’ün Sarrazin’in Almanya’daki Türkler için kullandığı sözlerle aynı düzlemde konumlanması tesadüf ve şaşırtıcı değildir. Bilindiği üzere ırkçılığın bugünkü biçimi salt biyolojik soy ve kalıtım kuramlarına dayanan bir düşünce yapısına dayanmadığı için, egemen ulus elitinin egosantrik komplekslerine ve fantazmalarına dayanan yeni-ırkçılık olarak kendini mevsuk çıkarmaya çalışıyor. Meşruiyetini “bütüncül ırkçılıktan” (total racism) alan bu üstenci tabir Kürt düşmanlığının başka bir türevidir ve katiyen münferit bir vaka değildir. Devletin kendisi ırkçı ilkeler üzerine kurulmuş bir yapıdır ama ne yazık ki bu bütüncül ırkçılık, ne politik analizlerde ne de entelektüel diskurlarda henüz merkezi bir sorun olarak ele alınmamıştır. Dolayısıyla Özgentürk’ün yeni-ırkçılık söylemiyle bütüncül ırkçılık mefhumu ideolojik biçimlenme ve uygulama biçimleri kazanarak bugünkü düzeye gelmiştir. Bu nedenle, yeni-ırkçılık belli belirsiz bir ayrımcılık perdesiyle gelişen bir ırkçılık biçimi olduğu için çıkış ve sonuç noktası aynıdır. Sadece mecazi anlamda klasik-ırkçılık “sembolik” bir ırkçılıkla kısa süreliğine yer değiştirmiştir. Dolayısıyla Özgentürk’ün yeni-ırkçılık “kuyusu” hem teorik hem de deneysel olarak eski tip ırkçılık “kuyusu” kadar derindir. Bu açıdan da devletin kurucu kodlarıyla o kurucu kodlar içinde şekillenmiş “entelektüellerin” bu uyumu, bizlere sıradanlaşmış ırkçılığın nobran ve hodbin bir fotoğrafını göstermektedir.
Özgentürk’ün malum yazısı, o yazıya gösterilen tepki ve o tepki sonucunda kendisinin müstehzi bir şekilde “özür dilemesi” de yukarda anlatılan fotoğrafın bir parçasıdır. Belli bir iddia yahut doktrinin mutlak bir doğruymuş gibi dogmalaştırılarak ve analitik düşünceden yoksun, devletin baskı ve güç aygıtlarının bütün entelektüel alanı belirlediği bir ortamda dikte edilmesi, beyazlık halleri ve sıradanlaşmış yapısal ırkçılığın coğrafyamız için ne kadar maskeli bir utanç olduğunu gözler önüne sermektedir.