Birey ve toplum her geçen gün hem kendi icatlarının bozgununa uğruyor hem de evrenin evinden hızla uzaklaşıyor. Hayatta kalabilmenin en büyük becerilerden biri kendi soyuna kurduğu ölümcül tuzakların düzenekleri ve aklın kısa devre halindeki durmaksızın sahnelediği illüzyonlar oluyor. Evrenin bahşettiği bu hayat insanın akıl ve eliyle kurulmuş yıkıcı bir döngünün oyuncağı haline gelmiş durumda. Oyuncak haline getirdiği sadece kendi hayat ve yaşam koşularını değil, aynı zamanda ekosistemin bütün dengesini bozuyor ve sosyal-Darwinist bir düsturla şovenizmi üreterek kendisine ait saydığı efsaneler üzerinde kafatasçı bir dünya tasavvuruyla duvara karşı koşuyor. O nedenle her seferinde daha fazla acı, öfke, şiddet ve saldırganlıkla kendine dönüyor. Mekaniği bozuk dönme dolap misali durmadan aynı eksenin çeperinde dönüp duruyor.
Holbach’ın deyişiyle, çağının felsefî düşünüşü bağlamında holizmden tamamıyla bihaberdir. Oysa insan bir varlığın kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazladır ve bu parçalar toplamını kat be kat aşan bir kimliğe sahiptir. İnsan ancak böylesi bir bellekle hayatta üstün hedef ve amaçlar belirleyebilir, varoluş serüveninin ana hatlarını çizebilir, evrenin evine ve hakikatinin kaynağına erişebilir.
Ama tek düzeyli insanın yaratığı modernite ve inşa ettiği dünya sistemi sadece kendi değerlerine destek olmaya kurulu bir kurgu olduğu için kendini tasasızca sözde üstün ırkın o mekanik dönme dolabın mestliğine bırakarak uyuşuyor ve zamanla meşkûk döngünün içinde tamamıyla kayboluyor. Çağın ağır yükünü ancak böyle bir ruh haliyle omuzlayabileceğine ikna oluyor. Onun için durmadan yeni meşkûk tuzaklar kuruyor, daha komplike ve yıkıcı düzeneklere odaklanıyor ve aklın nihai yitimin hazırlayan yeni gerilim hatları döşüyor.
Bütün bunların bir izdüşümü olarak bir bütün olarak, ırkçılık serabına bürünmüş bir haftayı geride bıraktık. Devletin sağladığı imtiyazlar üzerinden aynılaşanlar adeta bir ırkçılık festivalini kutlar gibi bir haftayı hep birlikte kutladılar. Eski hikayeler üzerinden yeni efsaneler inşa edercesine bütün toplum, siyasi, dini ve fikri görüşlere sahip kesimler adeta birbiriyle yarıştılar 29 Ekim ile 10 Kasım’ı kutlamak için. Böylece 29 Ekim ile başlayan ve 10 Kasım’a kadar süren bir haftayı aşkın zamanın tamamı yoğun bir milliyetçi havanın içinde geçti. Oluşan havanın zemheri manidarlığı nedeniyle hiç kimse ne cumhuriyetin ilericilikle olan mevcut münasebetini ne de “başkahramanın” tarihle olan hakiki bağlarına bakabildi. Herkes adı konulmamış “milli karnavalın” çılgın haline kendini bırakarak toplumun içine düştüğü toplumsal anominin hakiki halini birebir oynadı.
Bir şekilde tarihe mal olmuş bir dönemin ve o dönemin öncü figürü olmuş Mustafa Kemal’i bir totem halinde kutlamak o kişinin hatıralarını yâd etmek değil kendi ırki ve milliyetçi ruhsallıklarını kompanse etmenin bir başka adıdır. Rojava’ya karşı başlatılan savaşın kızıştığı bir dönemde 29 Ekim ve 10 Kasım’ı yeni bir ‘anlam derinliğiyle’ kutlamış olmak tabii ki içinde bulunduğunuz zamanın ruhundan bağımsız değildir. Bunun bize ne anlattığını bizatihi Rojava’da izliyoruz. Yeni bir tarih yazımı üzerinden yarattıkları bu çiğlikle halkların on bin yıllık tarihlerine gölge düşüreceklerini umuyorlar. Mezopotamya ve Anadolu’nun on bin yıllık tarihi yerine dünya tarihi açısından sadece kısa bir epizot olan etnik Türk milliyetçiliğini esas alarak son yüz yıllık tarihsel dönemi öncelemeye kalkışmak esas tarihi inkar etmek demektir. Bu yaklaşım aynı zamanda coğrafyanın kadim halkları olan başta Kürtleri, Ermenileri, Rumları, Arapları ve Asurileri ve başka birçok inanç unsuru grubun varlığına sünger çekmek demektir.
Dolayısıyla 29 Ekim ve 10 Kasım tarihleri arasında ulusal bir histeri atmosferinde kutlanan o hafta salt cumhuriyetin kuruluşu ve Mustafa Kemal’in hatıralarını yad etmek değil, aynı zamanda etnik Türk tarihini esas alan Osmanlı İmparatorluğu’nu canlanma provaları olarak görmek lazım. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyal dünyasına kadar uzanan bir tarihsel mirası savunmanın, o dönem ve sonrası ortaya çıkan bütün yıkımların onaylanması demektir. Bunun böyle olduğunu zaten içeride başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere ötekilere karşı başvurulan amansız baskı ve sindirmelerden biliyoruz ama bunun toplumsal bir mutabakata dönüşmüş hali ise yeni bir toplumsal anomi olarak karşımıza çıkmıştır. Bu sebeple etnik Türk tarih okumasının bir dışavurumu olarak cereyan eden bugünkü ruh hali ötekilerin inkarı ötesinde bir şeye tekabül ettiğini özellikle Rojava’ya karşı saldırının sertliğinden görüyoruz. Türkiye’nin “yeniden büyük” olma iddiası ve buna bağlı olarak gelişen kör şiddet hem içerde hem de bölgede siyasal istikrarsızlığa yol açmasına rağmen vuku bulmuş toplumsal anomi ve ırkçılık nedeniyle büyük destek görmektedir. Buradan hareketle hem Türk İslam sentezi hem de modern Türk milliyetçiliğinin çeperindeki yapıların hemfikir olduğu ve üzerinde kesin uzlaşı sağladı tek konu hiç şüphesiz “Türk ulusunun büyüklük efsanesidir”.
Bütün dünyanın gözleri önünde bir bütün olarak ırkçılığın hayatın her alanında, akademisyeninden aydınına kadar çarşaf çarşaf yükseldiği ülke haline dönüşmüştür Türkiye. Her kesimin hâlâ “Büyük Osmanlı” idealini savunduğu, gücüne saygı duyduğu ve hatta bütün dünyaya tekrar hükümdar olması gerektiği saplantısı hem 29 Ekim hem de 10 Kasım’da tekrardan canlanmıştır. Onun için hem içeride hem de uluslararası düzeyde dost ve düşman sıfatlarının anlık olarak değişebilir karakteri tekrar ortaya çıkmıştır. Erdoğan içeride her şeyi zapturapt altına almak için “bölgesel düzeydeki daimi düşmanına yeni bir kötülük sıfatı” ekleyerek “milli beka” adına yeni bir ilhak hareketine kalkışmayla hem Türk İslam fanatikleri hem seküler Türk ulusalcıları bir araya getirebilmiştir.
Faşist ve ırkçı fikirlerin dünyanın birçok bölgesinde giderek artması beraberinde şu soruyu da gündeme getiriyor; insan etkin bir özne olarak değer merkezini bunlara karşı ne şekilde ve nasıl savunabilir? Lakin dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizmin derin bir mali ve kaynak kriziyle boğuşması ırkçı yönelimleri daha da artırıyor. Özellikle her geçen gün sayısı artan kitlesel işsiz ordusu, sağlık, emeklilik, güvensizlik ve konut kıtlığı gibi hususların gün yüzüne çıkması beraberinde katıksız bir ırkçılık, aşırı sağcılık ve militan faşizanlığı yaratıyor. Bugünün Türkiye’sinin medeniyet perspektifi, salt Türk’ün devlet tanımının kapsadığı insan, yücelik vasfını yitirmiş bir insan modeline dönüşmüştür. Ortak ideal ve değerler dünyasını inşa eden, insanın yitimiyle ortaya salt biyolojik ve fizyolojik bir insan türü üremiştir.
Dolayısıyla bu yeni üreme alanlarında yükselişe geçen tek ırk devletin makul gördüğü insan tipidir, bütün diğerleri ucuz iş gücü, yabancı göçmen işçiler ve sistem dışı ötekilerdir. Bunlar bütün krizlerin yegane günah keçileri ve milli bekanın süzme düşmanlarıdır. Dolayısıyla Erdoğan her iki kesimi konsolide edebilecek esas şeyin derin bir Kürt karşıtlığı olduğunu bildiği için Rojava’ya karşı yeni bir “fetih” başlatmış ve bunu üzerinde içeride bir başarı epizodu yakalamıştır. Erdoğan “Türkiye’nin ebedi egemenliğini bölgede sağlamak ve dünyada söz sahibi olabilmek için Rojava’daki özerk bölgenin işgal edilmesi, Türkiye’nin askeri olarak varlığını sürdürebilmesi için de bütün toplumun “yerlilik ve millilik” ekseninde şekillenmesini bir buyruk olarak kabul ettirmiştir iki tarafa. Dolayısıyla Erdoğan göreceli olarak dışarıda kazanmış gibi görünse de kısa vadede uluslararası alanda ve özellikle Rojava’da kaybedeceği muhakkaktır ama içeriden almak istediğini bir süreliğine elde ettiğine de şimdiden kesin gözle bakmak doğru bir saptamadır. Buna paralel olarak hem bölgede hem de küresel olarak dünyanın her gün epizotlar halinde değiştiği ve dönüştüğü bir süreçte hiçbir planın uzun sürmeyeceği gerçeğin nesnel sonucunu çıkarmakta başka bir hakikattir.