Neredeyse 3 hafta oldu, 18 gün önce başlayan ve maalesef halen devam eden felakette bunca büyük yıkımlar, tarifi imkansız acılar yaşanırken söz kurmak çok zor. Lal olduk, söylediğimiz her söz boşlukta yankılanıyor. Yaşanan her şeyden sorumlu olanların arsızca çıkıp konuşabilmeleri daha beteri sağa sola tehditler savurmaları yaşanan felaketlerin en büyüğü.
Bu densizliğin, hadsizliğin kaynağı elbette ki sahiplik duygusu. Kendisini her şeyin ve herkesin mutlak sahibi sanan bir irade, elbette insanların kendilerine itiraz etmesini asla kabullenmez. İlkelinden en modernine kadar kutsiyet atfedilen hangi yapı, merkez, oluşum, kişi, nesne yanlış yaptığını, hatalı olduğunu kabul etmiştir; özür dilemiştir, eleştiriyi sineye çekmiştir? Kutsal olan eleştirilmezdir, dokunulmazdır, hatadan azadedir! Varsa bir suç ve sorumluluk biz günahkarlara aittir! Deprem günü ve sonrasında ortada olmayan, insanları kaderiyle baş başa bırakan, feryatlarına yetişemeyen devlet ya da iktidar neden yapılan yardımları engelliyor, yardım edenlerden rahatsız oluyor diye şaşıranlara şaşıyorum ben de. Devleti kendi mülkü, vatandaşı tebaası belleyen bir akıl elbette yapılan bu işi ‘devlete eş yani şirk’ koşmak olarak nitelendirecek. Tebaanın görevi kendi işini görmek, başının çaresine bakmak değil en sersefil haliyle kutsal olandan yardım dilenmektir, yardım etmiyorsa şükretmektir, en küçük bir yardıma minnet duymaktır. Bu durumda istifa çağrıları da fazla naif ve iyi niyetlidir, sahibin sahiplikten istifa ettiği nerede görülmüştür?
Acı ama bu ülkenin ezilenlerinin, ötekileştirilenlerinin yıllardır yaşadıklarını, gördükleri devlet muamelesini daha geniş toplumsal kesimler ilk kez yaşıyor. Yok sayılmayı, tehdit edilmeyi, acılarının inkar edilmesini, hakir görülmeyi, tepeden bakılmayı deneyimliyor şimdi milyonlar. Kutsiyet atfedilen yapının acizliğini, hantallığını, kağıttan kaplan oluşunu daha da kötüsü devletin sadece bir avuç zümrenin emrinde oluşunu acı acı tanık deneyimliyor. Milyonların “nerede devlet” feryadında sadece yalnızlık duygusu değil, aynı zamanda bu hayal kırıklığının ve şaşkınlığının izleri var. Bu durum ilk kez bugün ortaya çıkmış değil, hep böyleydi ama geniş kesimler gerçeğin bu kadar yakından ilk kez tanığı oluyor. O yüzden en devletçi kesimler bile depremin değil; ihmalkarlığın, rantın, talanın, sömürünün, hırsızlığın, yalanın can aldığına tanıklık ediyor. Onun şaşkınlığını ve şokunu yaşıyor.
Bugün yaşananların sorumluları bu hakikati gizlemenin, yeniden sarsılan kutsiyetlerini inşa etmenin yollarını arıyor. Sarsılan ‘imajlarını’ onarmak, sebep oldukları yıkımları gizlemek, kendi düzenlerini kaldıkları yerden sürdürmek için sistemi formatlamanın bütün kısa yol tuşlarına hakimler. Akıllarınca yapacakları şey çok basit. Irkçılıkla, milliyetçilikle, ‘vatan millet’ edebiyatıyla her şeyin üzerine sünger çekeceklerini sanıyorlar. Depremde yaşatmak için çalışmayan sistemlerini; daha depremin ilk gününden itibaren acıları unutturmak, inkar etmek, üstünü örtmek için çalışmaya başladı. Sistemin asıl sahiplerinden önce yedek kuvvetleri harekete geçti. Toplum can derdindeyken, insanlar feryat figan yakınlarını kurtarmaya çalışırken ırkçı birlikler ‘mülteciler, göçmenler, Kürtler’ diye deprem bölgesinde harekete geçmişti bile. Irkçı yaygarayı koparanların hiçbiri tek bir taş kaldırmadı, tek bir insana el uzatmadı, bölgeye bir tane yardım kolisi taşımadı. Aksine ‘yağma’ yalanlarını dolaşıma sokarak, pek çok toplumsal olaydan hatırladığımız eli sopalı-palalı linç güruhlarını sokağa salarak, işkence görüntülerini servis ederek acılara acı, yıkıma yıkım ekledi. Ne de olsa iktidar sözcülerinden ‘Yağmacılara aman dilemeyeceğiz’ tüyosunu almışlardı. Ardından ırkçı kuvvetlerin kravatlıları, ‘okumuşları’ televizyon ekranlarında belirdi, ‘Sakın ha deprem bölgesinden gelenlere iş vermeyin’ diye ferman buyurdular; Kürtleri, Alevileri ve Arapları kastederek. Üstelik itiraz edenleri hain, yitip giden 43 bin canın hesabını soranlarıı ‘terörist’, gerçekleri gösterenleri ‘işbirlikçi’, hepimizi toptan ‘haşerat’ ilan ederek.
Bu ortamda neden öldüğümüzü, enkazın altında kaldığımızı sorup duruyoruz birbirimize. Bunun nedenlerini sıralamak kolay, şimdiye kadar yapılan tespitlerin çoğu da doğru. Ama mesele bu doğruları tespit etmek, sıralamak değil. Çünkü bunlar daha önce sayısız kez yapıldı. Asıl mesele nasıl oluyor da göz göre göre bu fanusun, girdabın içinde debelenip duruyoruz sorusuna doğru yanıt vermekte. Yarın öbür gün muhtemelen yaralarımız kabuk bağlayacak; 99 depreminden, Van depreminden, Bingöl depreminden sonra yaşadıklarımızın benzerlerini yaşayacağız belki de. Belki de asla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve bu toplumsal itiraz ülkenin kaderini değiştirecek. Ama artçı sarsıntıların değil, bin yıldır bu ülkeyi esir alan ırkçı hezeyanlarla ve sarsıntılarla mücadele etmeden mevcut durumdan çıkmak ve bu ölümleri engellemek kolay değil.
Yoksa 85 milyon insan feryat figan bu korkunç çürümüşlüğün ortasında çırpınıp durmaya devam edeceğiz. Bizi kurtaracak olan şey yeni binalar, süslü şehirler inşa etmek değil; elbette yeni binalara da ihtiyacımız var. Ama bizi kurtaracak olan esas şey yeni bir yaşam, yeni bir ahlak, yeni bir toplumsal düzen kurmaktır. Yitirdiklerimizin anısına saygının gereği de 85 milyon insan bunu birlikte başarmak zorundayız.