Eliyahu Ben-Şaul Kohen, Mısırlı Yahudi bir ailenin oğluydu. Kahire Üniversitesi’nden mezun oluşunu takiben 1956’da İsrail’e geçerek orduya yazıldı. Yoğun bir eğitim sonrası Mossad’a katıldı. Arapça ve İbranice dışında üç Avrupa dilini daha iyi konuşuyordu. 1961’de, uzun soluklu bir istihbarat operasyonunun gereği olarak Arjantin’e gönderildi. Burada, Suriye Baas Partisi’ne bağışta bulunan Kemal Emin Sabit adlı bir işadamı olarak Arap diasporası içinde tanınır oldu.
Baas Partisi 1963 darbesiyle iktidara geldiğinde, Kohen Şam’a geçmiş ve Suriye iş dünyasında da bonkörlüğüyle nam kazanmış bulunuyordu. Şehir merkezinde kiraladığı geniş apartman dairesinde Suriye siyasetinin ve bürokrasisinin kaymak tabakasını ağırladığı davetler veriyor, sefahat ve içkiye boğduğu konuklarının ağzından önemli bilgiler alıyordu. Yüksek rütbeli generallere ve rejimin diğer üst düzey unsurlarına ödünç para vererek kurduğu bağımlılık ilişkileri sayesinde birçok siyasi ve askeri devlet sırrını birincil kaynaktan öğrenebiliyordu. Kohen, topladığı bilgileri düzenli olarak Tel Aviv’deki yetkililere evinde kurduğu radyo düzeneği ve gizli mektuplarla raporluyordu. Bunlardan en önemlisi olarak Golan Tepeleri’ndeki askeri mevzilerin lokasyonu anılır. İsrail ordusu, 1967 savaşı sırasında gerçekleştirdiği Golan işgalinde bu bilgiden yararlanacaktı.
Ama Kohen’in maskesi, o savaştan önce düşmüş bulunuyordu. 1965’te Suriye İstihbaratı tarafından tutuklandı, yargılandı ve Şam’ın Merce meydanında asılarak idam edildi.
Benzer bir durum, geçtiğimiz haftalarda bütün dünyanın gözleri önünde yaşanıyor: Hamas lideri İsmail Haniye’den başlayarak Hizbullah lideri Nasrallah’a kadar ilerleyen ve halen de devam eden suikastlar zinciri. Bu iki zirve suikast arasında birçok Hizbullah kadrosu, çağrı ve telsiz cihazlarının toplu infilakıyla öldürüldü ya da ağır yaralandı; Hamas ve Hizbullah komutanları yanında İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü generalleri de nokta operasyonlarıyla öldürüldü. Sahnede yine İsrail ordusu ve Mossad var ve İsrail cenahının bu kadar kesin istihbarata sahip oluşu, İran Devleti ya da Hizbullah (ya da her ikisi) içinde yüksek düzeyde bilgi kaynakları olmasını gerektirir. Şüphelerin, Kudüs Gücü Komutanı Tuğgeneral İsmail Kaani üzerinde yoğunlaştığı anlaşılıyor.
Kaani’nin Eylül ayı sonunda Nasrallah’la birlikte üst düzey Hizbullah ve Devrim Muhafızları komutanlarının ölümüyle sonuçlanan büyük hava saldırısından iki gün sonra Beyrut’a gittiği biliniyor. O tarihten sonra bir daha görünmeyen Kaani hakkında Suudi, Katar ve İsrail başta olmak üzere Ortadoğulu medya kuruluşları içinde çeşitli rivayetler dolaşıyor. En çok konuşulan rivayet, İsrail hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla İran devlet yetkililerince sorgulanmakta olduğu yönünde. Özel kalem müdürü İhsan Şefiki’yle birlikte sorgulandığı öne sürülen Kaani’nin geçtiğimiz Perşembe günü kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldığı da iddia edildi.
İran devletinin İsmail Haniye suikastından beri, askeri ve istihbari kadrolar içinde geniş çaplı soruşturmalar yürütmekte olduğu biliniyor. Bunlar sonucunda 12 üst rütbe tutuklama yapıldığı ve yargılanmak üzere hapsedildiği belirtiliyor. Nasrallah suikastının ardındansa soruşturmanın Kudüs Gücü komutanına kadar ilerlemiş olması şaşırtıcı değil. Ancak bazı İran kaynakları Kaani’nin görevi başında olduğunu hatta kendisine madalya verildiğini iddia ediyor.
İran devlet kadroları içine Mossad infiltrasyonu yeni bir olgu değil. Eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad geçtiğimiz hafta verdiği bir röportajda, kendi döneminde İsrail’in casusluk faaliyetlerine karşı kurduğu 20 kişilik istihbarat biriminin tamamının İsrail hesabına çalıştığının ortaya çıktığını söylemişti. Ahmedinejad ayrıca, İran’ın nükleer program sırlarının çalınması ve nükleer fizikçilerin öldürülmesi vakalarının da Mossad’ın İran devlet yetkilileri arasındaki işbirlikçileri sayesinde gerçekleştiğini belirtti.
Geçmişte olduğu kadar günümüzde de, özellikle kapalı otoriter rejimlerde yabancı devletlerin ajanlığı suçlaması, siyasi rakipleri tasfiye etmek ve siyasi muhalefeti susturmak için sıkça başvurulan bir yöntem. Son aylarda Türkiye’de de “etki ajanlığı” yasası çıkarma girişiminin ya da yerli ve milli olmayanlara düşman casusu suçlamaları yöneltmenin bu türden otoriter/totaliter arzulara hizmet ettiği ortada. Ama, İran devletinin içinde bulunduğu durum da gösteriyor ki paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez! Freud’un puro üzerine özdeyişini çarpıtarak ifade etmek gerekirse, bazen bir ajan sahiden ajan olabilir.
Suriye rejimini aldatan Eli Kohen’in tehlike ve anksiyete dolu kısa hayat macerası, yakın zamanda bir Netflix dizisine konu oldu (The Spy). Arap görünümlü İsrail ajanı Kohen’in trajedisini, esas olarak bir komedyen olarak dünyaca tanınan aktör Sacha Baron Cohen başarıyla canlandırdı. Mossad’ın yıllar önce doğru ajanı seçmesi gibi, dizi yönetmeni de doğru oyuncuyu seçmişti, çünkü birçok casus hikayesi gibi burada da trajikomik bir boyut mevcuttu. Birincisi, ajan Kohen’in kendi serüveni: “düşmanın” en tepe kadrolarını kandırıp ahmak yerine koymanın verdiği haz karşılığında çift kişilikli, gerilim içinde yaşam ve nihayetinde idamla ödenen bedel. İkincisi ise çelik disiplinli Suriye Baas rejiminin bu infiltrasyon sonucu düştüğü trajedinin içinde barındırdığı komedi.
Bugün savaş ve ölüm Ortadoğu’ya hakimken yaşananları trajedi ve travma gibi terimlere başvurmadan ifade etmek yanlış olur. Ama gelecekte bir gün, aşırı paranoyak İran rejiminin şimdiki durumu pekâlâ baş karakterlerden birini Sacha Baron Cohen’in canlandırdığı bir film ya da diziye konu olabilir.
Bu paradoksu, 1932 yılının çalkantılı ekonomik ve siyasi atmosferi içinde Amerikalı mizahçı ve şovmen Will Rogers adeta bir demokratikleşme alameti olarak görmüştü: “Amerika’da her şey değişiyor. İnsanlar komedyenlerini ciddiye alıyor, politikacılarını ise şaka olarak görüyor.”