Yazar Burhan Sönmez ile yeni çıkan Taş ve Gölge romanı üzerine konuştuk
Hüseyin Bul
Roman henüz taze ama gerek olay örgüsü, gerek üslubu ve de özenle seçtiği, dizdiği, şenlendirdiği diliyle sanıyorum üzerine çok konuşulacak ve uzun yıllara yayılacak güncellikte olacak. Yalnızlık, ölüm ve hayat, sadakat ve birçok temayı merkezine oturttuğu Taş ve Gölge romanı, birçok katmandan oluşuyor. Burhan Sönmez ile son romanı Taş ve Gölge üzerine çağrıştırdıklarıyla olduğu kadar günümüz kültür iklimine dair de konuştuk.
*Öncelikle romanda birçok yerde geçen yedi rakamını sormak isterim. Yedi Adlı Adam, yedi kere dolanmak, yedi kız kardeş, yedi vadi aşmak… Romanda veya hayatımızda bu tür sembolik sayıların anlamı nereden geliyor?
Doğanın belli ritimleri var, on iki mesela, ayın dünyanın etrafında bir yılda döndüğü sayı toplumsal hayatta önümüze farklı biçimlerde çıkar. On İki Havari veya On İki İmam olur. Eski çağlarda henüz bütün gezegenler keşfedilmemişken gözle görülebilen gök cisimleri yedi taneydi. Süreyya takımyıldızına o zamanlar sayılabilen yedi yıldızından dolayı Yedi Kız Kardeş denirdi. Bu ve benzeri biçimler, günlük hayatımıza ve kültürümüze yansır. Ashab-ı Kehf’tekilere Yedi Uyurlar denir, Feridüddin Attar’ın kitabında Yedi Vadi olarak karşımıza çıkar. Sayılar hayatımızın görünmez parçası, onu anlamlandırma çabasıdır. Eskilerin sayı şifrelerine bağlanmak anlamında değil bu. Ne Pisagor’un sayı inancını ne de Hurufilerin sırlı sayılarını kastediyorum. Bizim gibi sıradan insanların günlük hayatında yer etmiş ama genelde farkında olmadan içinde yaşadığımız sayı sembollerinden söz ediyorum.
*İsmini unutup sırasıyla Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem isimlerini alan karakter, sanki bütün dinlerin içinden geçerek, dini uygarlıkların ve kültürlerin yumuşak ve sert uçlarının yeniden konuşulmasını istiyor. Toplumsal ruh sağlığımız için gerekli olan bu, ama ne kadar mümkün günümüzde?
Biz içinde yaşadığımız toplumun ve çağın çocuklarıyız. Toplum ve çağ ise bir anda kendi kendine var olan bir şey değil, binlerce yılın birikimi ve gerilimiyle gelip bugünkü biçimini almış. Burada ya bütüne bakıp onun zenginliğini göreceğiz ya da tek bir noktayı, mesela bir milliyeti veya dini temel alıp onun dışındakileri yok sayacağız. Bu konuda, dünyanın genel durumuna baktığımızda kolayca karamsarlığa düşebiliriz. İyimser olmak içinse biraz geçmişe bakmamız ve biraz da düş sahibi olmamız gerek. Edebiyat burada hem belleği hem düşleri bir arada ele alır.
Dersim Tertelesi, Menderes’in uçak kazası gibi romandaki diğer tarihi olayları kurguya dâhil ederken gerçeklerden de yararlanmışsınız. Mesela Dersim Tertelesi’nde askerin, ‘Birkaç haftalık diye çıktığımız harekât üçüncü ayına girdi ve daha ne kadar sürer belli değil’ demesi ordunun o bölgeye ne kadar yabancı olduğunu göstermesinin yanı sıra harekâtın sürekliliğini de ifade ediyor sanki. Başlayan ama hiç bitmeyen…
Doğru söylediniz, tarihteki acılar o sınırlı zaman içinde yaşanıp biten acılar olmuyor daima. Günümüze kadar varlığını sürdüren, aynı kaderi farklı biçimlerde yaşatan acılara örnek vermek o kadar kolay ki, Yahudilerin binlerce yıldır uğradığı ayrımcılıktan Alevilerin uğradığı baskılara kadar sürer bu. Roman ırkının bütün dünyada uğradığı aşağılama, Kürtlüğün bütün Ortadoğu’da yaşadığı baskı hem çok eski hem de hâlâ güncel. Edebiyat; geçmişte açılıp da hâlâ kapanmayan yaralara el atarken bunu siyasetin değil, sıradan insanın bakışıyla ele alır. Bir aşk arayışından veya bir ayrılıktan yola çıkar ve insanların kader haritasında dolanırken sonsuz görüntülerle karşılaşır.
*Gayya kuyusu gibi romanın merkezinde duran bir göç, göçmenlik, mülteci gibi sorunlar varken doğal olarak bununla ilintili olarak da çok dillilik mevcut. Bu romanın öne çıkan yönlerinden biri çok dilli ve çok kültürlü olması. Bu açıdan bir arayışı da ifade ediyor diyebilir miyiz?
Günümüzde bütün dünyada yeni bir kavimler göçü yaşanırken, kırdan kente, kıtadan kıtaya, sürekli sınırları aşan bir hareketlilik içindeyiz. Toplumların iletişimleri artar, başka kültürleri tanıma olanakları teknoloji ve sanatın da katkısıyla genişlerken, korkular da büyüyebiliyor. Irkçılık ve bağnazlık, bu akışkan çağda elindekini kaybetme korkusundan besleniyor. Elinde hiçbir şeyi olmayanlar da bu akıntıya kapılabiliyor. Böyle zor bir zamanda, kendimize değil yanımızdakilere bakmamız, başkalarının sesini duymamız ve birlikte yol almanın imkânlarını aramamız gerek. ‘İnsanlık’ çoğulcu olduğu kadar ‘insan’ da çoğulcu bir bütündür. İçimizde farklı çağların ve kültürlerin sesleri yankılanır. Roman bize bu sesleri anlamanın, bunlarla yaşamanın imkânlarını gösterir.
*Romanın göbeğinde duran diğer bir olgu da ölüm. Yaşadıkları, gördükleri ve hissettikleriyle neredeyse ölüm ile yaşamın arasında yaşıyor hissi veren ana karakter Avdo üzerinden okurları ölüm ve ölümsüzlüğe dair düşünmeye yönlendiriyorsunuz. Dört dinin ölüme ve hayata bakışını da bu minvalde veriyorsunuz. İnsan evladı ölümü düşündüğü kadar hiçbir şeyi bu kadar düşünmüyor, bazen ölümsüz olmak için var gücüyle çalışıp geriye ismiyle anılacağı bir eser bırakmak isterken bazen de hiç ölmeyecekmiş gibi davranabiliyor. Nedir bu korkunun sebebi?
Herkesin bildiği ama bilmiyormuş gibi yaptığı gerçek bu. Yakında öleceğiz, ama hayatı sonsuzmuş gibi yaşıyoruz. Bu iki uç arasındaki gerilim, eğer düşünürsek bize korku verebilir, ama düşünmediğimizde sürekli bir kaygının kaynağıdır bu. Farkında olmadığımız bir kaygı. Romanın kahramanları bu gerilim içinde kendi hayatlarına yön vermeye çalışır, kaderleriyle boğuşurlar. Hayatı sonsuzca ciddiye alırlar. Belki de sınırlı bu hayatı sonsuzca ciddiye almak, ona öyle değer vermek gerek.
*Romanda aşk var, sevgi var, sevda var, bağlılık ve sadakat var ve bunları besleyen, destekleyen şarkılar, şarkıların yaslandığı bir halk geleneği var. Her daim diri duran, türlü yasakları gördüğü halde unutulmayan, silinmeyen bu damarın sırrı nedir?
Bunun sırrı, hayatta kalma ve mutlu olma arzusudur. Bütün insanlar, içinde bulundukları toplumla birlikte bunu elde etmenin yolunu arar. Bu yalnızca yeme içme, mal edinmeyle sınırlı değil. İnsan hem sevmek hem sevilmek ister, kusur işlediğinde affedilmek ister, şarkılar söyler, hikâyeler anlatır, iyilikler yapar. Kendisini her gün yenileyen insan, aynı zamanda hiç değişmeyen bir mutluluğa sahip olmak ister. Değişkenlik içindeki dünyada değişmeyeni arama çabası, insanın kaderidir. Romanda bu kaderin daha doğrusu kadersizliğin gerilimi ortaya çıkar.
Talan ve yağma kültürüyle devşirilen ve yeniden oluşturulan melez ‘şeyle’ övünülmesinin altında yatan nedir? Tabansızlık mı, çok kültürlülük mü yoksa kendine güvensizlik mi? Bunu niye sorduğumu bu topraklarda doğmuş büyümüş, geçmişinin izlerini her geçen gün daha bir cüretle silinilmesi karşısında çaresiz kalan okuyucular iyi anlayacaklardır.
Bir kültür başka kültürlerden etkilenerek ve onları etkileyerek zenginleşebilir. Politik zora dayanan kültürel hegemonya, güç tatmini verebilir, ama aslında zenginliğin kaynağını yok eder. Kültür yalnızca günlük hayattaki motifler değildir, insanın ruhundaki iyilik yapma duygusu ve başkalarının güzelliklerini görebilme yetisidir aynı zamanda. Bu duyguyu, bu yetiyi besleyemiyorsak, insanlığın en canlı kültürünü çürütüyoruz demektir.
Josef Usta’nın ‘hayatın kanunu’ diyerek özetlediği ‘En sert şey en yumuşak şeyle parçalanır’ sözü, romanın içindeki gizli sesi özetliyor. Ne dersiniz?
Tarih bize şiddetin tarihi gibi görünür. Ama şiddetin iyi bir gelecek kurmadığını biliyoruz. Kazanan da kötülükle kazanır. Yeni insan, yani geleceğin insanı, şiddetin her türünden arınmayı başarabilen yeni bir varlık olabilmeli. Yalnızca insana karşı şiddetten değil; doğaya karşı, hayvanlara karşı şiddetten arınmayı başarabilen yeni insana ihtiyacımız var. İyi bir gelecek, ancak bu sayede mümkün olabilir.
Kıymetli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim, sanıyorum Taş ve Gölge romanı üzerine daha çok konuşulup tartışılacak.
Ben de teşekkür ederim.