Yarın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü.” 1857’de New York’ta greve giden 120 dokuma işçisi kadının polis saldırısı üzerine kendilerini kapattıkları fabrikada yakılarak öldürüldüğü gündür 8 Mart. Bu olaydan 53 yıl sonra, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve arkadaşlarının önerisiyle o katliam gününün, Dünya Kadınlar Günü olarak anılması oy birliğiyle kabul edilmişti. 110 yıldır da gezegenin her yerinde kadınlar, 8 Martlarda; emek sömürüsü üzerinden kendisini var eden ve bunu yaparken erkek egemen kültürü besleyen kapitalizmde, ayrımcılığa uğrayarak ayrıca sömürüldüklerini dillendirir ve bu sömürüye karşı mücadelede kararlılıklarını gösterir. Fabrikada, okulda, hastanede, bankada, tarlada ya da evinde… ezilen, sömürülen tüm kadın emekçilerin Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!
Ülkelerindeki savaş nedeniyle, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalanların bebek, çocuk, kadın, erkek denmeden sınıra sürülmeleriyle yaşanan insanlık dışı görüntüler; sosyalizmin ve kadın hareketinin önemli ismi, Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık!” sözünü bir kez daha anımsattı. Rosa, son zamanlarda sıkça andığımız bu sözü 1915’te hapishanede hazırladığı savaş karşıtı bir broşürde kullanmıştı. Sosyalizm gerçekleşmezse kapitalizmin, medeniyetin sonunu getirip insanlığı barbarlığa sürükleyeceği konusunda tüm insanlığı özellikle de savaşa destek veren Alman Sosyal Demokrat Parti yönetimini uyarıyordu. Tarihler o esnada, dünyada ilk topyekun savaş olan I. Dünya Savaşı’nın içinde olunduğunu gösteriyordu.
Bu uyarı maalesef ne o dönemde ne de sonrasında dikkate alındı. Sosyal demokrat partiler, pek çok zaman kapitalist sömürünün ve emperyalist savaşların suç ortağı oldu. Avrupa’yı sarmalayan Faşizm ve Nazizm, kapitalizmin vahşi yüzünü en çirkin biçimiyle görünür hale getirdi. Emperyalist ülkelerin daha önce sömürgeleştirdiği ülkelerde gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamlar, “medeniyetin beşiği(!)” Avrupa’nın göbeğinde yaşandı. R. Luxemburg’un öngörüsü gerçekleşti, kapitalizmle uzlaşarak, sosyalizmden uzaklaşıldıkça insanlıktan da uzaklaşıldı. 17 Ekim Devrimi’yle sosyalizmin yaşam bulduğu Sovyetler Birliği, Nazileri yenerek Avrupa’yı hem yaklaşık 50 milyon insanın yaşamına mal olan II. Dünya Savaşı’ndan hem de faşizm ve Nazizmden kurtardı. Savaş sonrasında yeniden yapılanan dünyada kapitalizm, giderek güçlenen sosyalist blok karşısında sosyal ve insani bir görünüme bürünmek zorunda kaldı.
Örneğin ikinci savaş sonrasında 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile hangi ırktan, cinsiyetten, milletten, dinden, mezhepten olursa olsun tüm insanların eşit haklara sahip olduğu ve herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma hakkı bulunduğu kabul edildi. Ancak “işçi sınıfı hareketlerinin ve Doğu Bloku’nun zayıflaması ve kapitalizmin 60’lı yılların sonunda içine düştüğü krizi aşmak için ucuz emek, hammadde ve pazar alanlarına yönelmek üzere benimsediği küreselleşme süreci” gibi nedenlerle genel olarak insan haklarında, beraberinde sığınmacı ve mülteci haklarında geri adımlar atılmaya başlandı.
1980’lerden itibaren özellikle Ortadoğu, Güney Amerika, Afrika ve Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan bölgesel savaşlar, ekonomik ve siyasi krizler; göçü ve sığınmacılığı uluslararası alanda temel sorunların ilk sıralarına taşırken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve buna dayanarak oluşan uluslararası hukuksa işlevsiz hale geldi.
Bugün artık tek kutuplu dünyada kapitalizmin karar alıcıları, bütün gidişatı kendi çıkarlarına göre belirlemekte. Bu gidişat hemen hemen tüm dünyanın kılcal damarlarına kadar her şeyi etkilerken, siyasi iktidarları “insanlık tarihi boyunca edinilen ve 1948’deki Beyanname ile ifadesini bulan hukukun, demokrasinin, insan haklarının evrensel değerleri”ne saygılı olmaya zorlayacak hiçbir mekanizma yok artık. Bu değerlerin beşiği olarak kabul edilen ülkelerin oluşturduğu AB bile konu mülteciler ve sığınmacılar olunca, ne hukuk tanımakta ne insan hakları.
“Hukuk, demokrasi, insan hakları koruyuculuğu” ortadan kalkınca insanlık kayboluyor, faşizm tüm çirkinliğiyle yine sahneye çıkıyor. Sadece devletler, siyasi iktidar sahipleri değil, insanlıktan uzaklaşan. Halkın büyük bölümü de ırkçı propagandalarla kendisini ayrıcalıklı görerek zalimleşiyor, ötekileştirdiği hiç kimseye yaşam hakkı tanımıyor. Ve tarihten hiç ders çıkarmadan insanlığın bittiği, Rosa Luxemburg’un “barbarlık” dediği yere hızla sürükleniyor. Bu sürüklenişi durdurmak için insani değerlerini halen koruyanların, zaman geçirmeden bir araya gelmesi ve barbarlığa karşı mücadeleye yönelmesi gerekiyor.