Anma günlerinde, ulusal bayramlarda ve benzeri etkinliklerde benimsenen ifadelerden biri de ‘idrak’ sözcüğüdür. Türkçe kullanımda verili anmayı idrak etme fiili yaygın bir kullanıma sahiptir.
Örneğin 23 Nisan tarihini ‘Çocuk Bayramı’ ifadesiyle tanımladığımızda bu tarihin esas olarak işaret ettiği ulusal egemenlik kavramını görmezden geliriz. Oysa bu günün anlamı, teslimiyeti benimsemiş olan Osmanlı yönetimine karşı daha sonra ilan edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisi olarak Ankara’da alternatif bir meclisin açılmasıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aynı hassasiyetle ‘Şeker Bayramı’ tanımına itiraz etmekte, onun yerine ‘Ramazan Bayramı’ ifadesinin yerleşmesi için çağrıda bulunmakta.
24 Nisan Ermeni Soykırımı kurbanlarını anma günü için de benzer bir duyarlılığa ihtiyaç var. Az değil, 100 yıl boyunca süren ‘kurbanları anma’ tanımı artık geride bırakılmalı. Ermeni Kilisesi, 2015 yılında bu konuda somut bir girişimde bulundu ve 1915 yılında tehcir yollarında yaşamını yitirenleri topluca aziz ilan ederek anmayı bir yas günü olmaktan resmen çıkardı. Ancak belli ki bu kararın idrak edilmesi için, başka bir ifadeyle bilince çıkarılması için bir süre daha sabretmek gerekecek.
24 Nisan tarihini salt Ermeni Soykırımı kurbanlarını anmakla sınırlamak, günümüz dünyasının olağanüstü tehlikeli dayatmaları karşısında son derece yetersiz bir tutum. Görmek zorunda olduğumuz gerçeklik, soykırımın insanlığa karşı işlenen bir suç türü olarak varlığını koruduğu, uygun ortam oluştuğu anda da potansiyel bir tehlike olmaktan çıkıp fiiliyata dönüştüğüdür.
Geçmişteki tüm soykırımlar ancak yenilerinin yaşanmasını engellemek üzere tartışılmalıdır. Ne var ki tarihlerinde soykırıma uğramış olan halklar bu bilinci geliştirmekten oldukça uzaklar. Yakın zamanların en örgütlü soykırımlarının kurbanı olanlar, bu müthiş suçun mağduriyetini başkalarıyla paylaşmak istemiyorlar.
Tuhaf bir tabir olacak ama, adeta soykırımlarını eşsiz ve biricik kılarak başkalarından kıskanıyorlar. Bu psikopatolojik tavrın arkasında esas olarak mağduriyetten fayda devşirme gayreti olduğunu söylemek mümkün.
Hem Ermeniler hem de Yahudiler için soykırım mağduriyeti bu suça karşı duyarsız kalan herkese karşı alacaklı olmak gibi bir duruma yol açıyor. Daha da tehlikelisi, yaşanan ağır travma devlet aklı içinde nefret olgusunun kök salmasına yol açıyor.
Her örnek kendi özgünlüğünü taşımakla birlikte, olsun Ermeniler, olsun Yahudiler çok ağır bir soykırım mağduriyeti yaşadıktan sonra devletleşen halklar. Diğer yandan Türk halkının da bu kez fail konumunda da olsa soykırım sonrası devletleştiğini akılda tutmak gerekir. Neticede çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu bir Türk devleti olmanın ötesinde tarihi ve kültürel kodlarının aksine Türklükle bağlarını koparmış bir hanedan egemenliğiydi. Nitekim çağdaş Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal, bir konuşmasında “Osmanlı’nın Türk milleti üzerindeki altı asırlık tahakkümünü yıkmak için geldik” diyecekti.
Mağdur veya fail olma halinden bağımsız olarak kuruluş harcında insanlığa karşı işlenen suç bulunan devletler bu yükü uzun yıllar taşımak zorunda kalıyorlar. ‘Bir daha asla’ cümlesi ile formüle edilen hedef için örneğin İsrail devleti bölgesindeki en etkin askeri güç olmayı, karşıtı olarak gördüklerine yaklaşımında caydırıcı bir şiddetten medet ummayı benimsedi. Ermenistan SSC, Moskova’dan bağımsız hareket etme imkânı bulsa muhtemelen aynı yolu izlerdi. Türkiye ise süreci zaferle taçlandırdığı için büyük bir öz güvenle günümüze kadar inkâr siyaseti sürdürmekte.
Bu siyaset salt inkârla yetinmeyip, mağduru şeytanlaştırarak nefret ikliminin sürekli kılınmasına hizmet ediyor.
Tüm bu insanlık dışı hallerin çatışmalardan beslenen serbest piyasacı neoliberal sömürü düzeninin sürekliliği için son derece elverişli bir iklim oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Kapitalizm, ihtiyaç duyacağı anda kaşıyarak yeniden kanatacağı yaraların iyileşmesini, kapanmasını hiçbir zaman istemez.