“Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.”
Bugün İnsan Hakları Günü.
1948 yılının böyle bir 10 Aralık gününde dünya devletleri tarafından imzalanan ve kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 1. maddesi yukarıdaki sözlerle başlıyor.
Bilindiği gibi; Birleşmiş Milletler, 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni kabul etti. Bu bildirgeye göre; herkes; ırk, renk,cins, din, siyasal ya da başka herhangi bir ayrılık gözetmeksizin, bildiride yazılı bütün haklardan ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiptir. 30 maddeden oluşan bu bildirge insana değer veren, özgürlük, eşitlik ve adalet tanıyan bir belgedir ve yasaların korumasına verilmiştir.
Bu bildirgenin kabul edilişinden bu yana, her yıl 10 Aralık ile başlayan hafta, Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerde İnsan Hakları Haftası olarak kutlanır. Dünyanın birçok ülkesinde bu hafta kutlamalarla karşılanırken, Ne yazık ki Türkiye’de yine kapkara tablolarla karşılanıyor.
Yoğun hak ihlallerinin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Haktan, hukuktan söz edenlerin hain sayıldığı, işten atıldığı, gözaltına alınıp cezalandırıldığı bu süreçte bu haftanın içerdiği anlam daha bir önem kazanıyor.
Demokrasi ve insan hakları kavramları birbiriyle doğrudan bağlantılı kavramlardır. Siyasal rejim olarak demokrasi, insan haklarının gerçekleştirildiği düzeni temsil etmektedir. İnsan hakları ise temel olarak, demokrasilerin düşünsel temelini oluşturmaktadır. Demokrasi kavramına nitelik kazandırılmadıkça, demokrasi ve insan hakları üzerine söylenecek sözler, geliştirilecek yorumlar sağlam bir taban oluşturamaz.
Bizler insan hakkı gibi kavramları, demokrasi, özgürlük gibi erdemleri birilerininin safına ve tekeline bıraktığımız sürece bu sorun devam edecek, bu kimseler adaleti, kendi çıkar ve inançları doğrultusunda kullanacaktır.
İnsan hakları konusundaki ilerlemeler, egemen güçlerin hoşgörüsü ile değil ama toplumsal kesimlerin kendi haklarını elde etmek için verdikleri mücadelelerle sağlanabilmiştir.
Bugün gelinen noktada insanlık için tek çıkar yol, barış içinde özgür yaşamayı hedef alan bir düzen sağlamaktır. Yaşama hakkı temelinde, nimetlerin ve külfetlerin eşit paylaşıldığı bir demokrasi inşa etmek zorundayız.
Başta yaşam hakkı olmak üzere bir ihlaller ülkesi haline dönüştü Türkiye. İhlaller sayfalara, kitaplara, raporlara sığmıyor artık. Gelinen bu noktada toplum kutuplaştırıldı. Baskı rejimi kalıcılaştı, hak ihaleleri katlanarak arttı. Kanun Hükmünde Kararnamelerle 130 bini aşkın kamu personeli ve akademisyen ihraç edildi. Çoğu muhalif basın-yayın organı süresiz olarak kapatılarak mal varlıklarına el konuldu. Gazeteciler hakkında soruşturmalar açıldı, bu davalarda sırf mesleklerini yaptıkları için gazetecilere hapis cezaları verildi. İfade ve örgütlenme hürriyeti, valilikler ve kaymakamlıklarca alınan yasaklama kararlarıyla bir bütün olarak baskı altına alındı. İnsan hakları, hukuk, çocuk, kadın, yoksullukla mücadele odaklı hak savunuculuğu faaliyetleri yürüten yüzlerce dernek ve vakıf, haklarında hiç soruşturma bulunmaksızın soyut gerekçelerle kapatıldı.
Yazıya İnsan Hakları Beyannamesi’nin birinci maddesiyle başladık, son maddesiyle de bitirelim:
“Bu Beyannamenin hiçbir hükmü, herhangi bir devlete, zümreye ya da ferde, bu Beyannamede ilan olunan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.”