BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 75. yıldönümünde insan hakları haftası içindeyiz. Bu hafta boyunca dünyada ve Türkiye’de insan hakları değerlerinden giderek uzaklaşıldığını ve insan hakları kavramının tamamen araçsallaştırıldığını anlatacağız. Nasıl mı?
Dünyadaki en son ve en çarpıcı örnek BM Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in Gazze’ye yönelik ağır suçlar içeren saldırılarına insani ara vermek için ateşkes talebinin ABD’nin vetosu ile kabul edilmemesi idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan BM’de öyle bir siyasi mekanizma inşa edilmiş ki Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden herhangi birinin vetosu karşısında karar alamayan ve böylece insan hakları değerlerini araçsallaştıran bir BM mekanizması kuruldu. İnsanlık, BM’nin temel sözleşmelerinde güvence altına alınan insan hakları değerleri ile ilgili konularda Güvenlik Konseyi’nin veto hakkı gibi tamamen siyasi mekanizmaları devre dışı bırakacak yeni bir yol bulmak zorundadır.
İnsan hakları savunucuları ve örgütleri dünya insan hakları ortamında bu sorunu çözmek için yeni öneriler ortaya koymuştur. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) yargı yetkisini düzenleyen BM Roma Statüsü’nün tüm devletler bakımından bağlayıcı olması, savaş hukukunu düzenleyen Cenevre Sözleşmeleri ve eki Protokollerinin tüm ülkeler bakımından bağlayıcı olması, BM Kayıplar Sözleşmesi’nin bağlayıcı olması gibi.
Türkiye’de, siyasi iktidar sözcülerinin İsrailli yetkililerin UCM’de yargılanmasını istemesi ne tuhaf değil mi? Türkiye, ısrarla UCM’nin yargı yetkisinden kaçmaktadır.
Türkiye’deki örnekleri de verecek olursak oldukça ilginç bir durum ile karşı karşıyayız. Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerekse de Adalet Bakanı Tunç’un açıklamaları iki farklı ülkede yaşadığımız gerçeğini ortaya koymaktadır. Birincisi siyasi iktidarda bulunanların ülkesi, ikincisi bu iktidarı insan hakları ve demokrasi değerleri ekseninde değiştirip dönüştürmek isteyen siyasal ve toplumsal muhalefetin ülkesi. Tamamen bölünmüş bir ülke. Neredeyse ikili hukukun resmen uygulandığı bir ülke! Peki Anayasa nerede? Öyle ya, bölünmüş bir ülke de olsak hepimizi birbirimize bağlayan iyi ya da kötü bir Anayasamızın olması gerekmez mi? Anayasal kuralların herkesi bağlaması gerekmez mi? Bu bölünmüş ülkeyi yaratan Cumhur İttifakı sözcüleri ve ideologları (!) öyle bir noktaya vardılar ki Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile yok sayacak kadar ileri bir düzeye vararak esasında iktidarlarını darbe mekaniği ile ayakta tuttuklarını itiraf etmiş oldular. Cumhur İttifakı’na göre Türkiye’de her şey yolunda! Onların bir eli yağda bir eli balda! Peki bizim için öyle mi? Neoliberal politikaların ve savaşın sonucunda ortaya çıkan ağır ekonomik krizin yarattığı hayat pahalılığı, yoksulluk ve işsizlik normal mi? Merkez Bankası’nın kasasında para olmadığı halde başkasından alınan borç paranın sanki kasada kendisininmiş gibi açıklama yapmak normal mi? Hapishanelerde her türlü adi suç örgütü lideri ve üyesini salacaksınız, sonra da çıkıp diyeceksiniz ki insanlar cezalarının %40’ını hapiste geçirsin. Aklımızla alay etmek gibi bir şey. Cumhur İttifakı denen bu ittifak Temmuz’da çıkardığı bir denetimli serbestlik yasası ile hapishanelerde kalan yüz bin civarında adi suçluyu Ağustos ayında salıverdikten sonra şimdi kalkmış insanların hapiste kalması gerektiğinden bahsediyor. Hapiste haddinden fazla siyasi mahpus zaten var. Anlaşılan dışarıda olanları da içeri atmak gibi bir planları var. Ne için? Savaşı ve çatışmayı uzatıp iktidarlarını sürdürmek için. O halde savaşa karşı barış mücadelesini yükseltmekten başka çaremiz yok.
İnsan hakları değerlerinin yokmuş gibi davranıldığı bir diğer önemli sorun ise hasta mahpuslardır. Türkiye hapishanelerinde 650 civarında ağır hasta mahpus bulunmaktadır. Bu mahpusların bir kısmı ya ölüm sınırında tahliye edilmekte ya da tahliye yüzü görmeden yaşamlarını yitirmektedirler.
İnsan haklarının araçsallaştırılmasının en somut ve tipik örneklerinden birisi İmralı Ada Hapishanesi’nde bulunan Abdullah Öcalan ve arkadaşları ile yaklaşık iki buçuk yıldır hiçbir iletişim kurulamamasının normalmiş gibi gösterilmesi ve bu konuda ulusal ve uluslararası mekanizmaların sessiz kalmasıdır. Düşünebiliyor musunuz, 4 insan ile ilgili tecridi aşan mutlak iletişimsizlik halinin normal gibi gösterilmesi yaşanan aşınmanın uç örneği değil mi? Türkiye’deki bu garabeti sona erdirmek için en son hapishanedeki mahpuslar şimdilik dönüşümlü açlık grevlerine başladılar. Bu sorun Şubat ayına kadar çözülmez ise korkarım ki dönüşümsüz açlık grevleri yeniden gündeme gelebilir.
İnsan Hakları Haftası’nda insan hakları değerlerinin araçsallaştırılmasına karşı ve insanlık onurunu korumak için en uç örnek olarak verdiğim İmralı Ada Hapishanesi üzerindeki tecridin kaldırılması konusunu her fırsatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Adalet Bakanı Tunç’a hatırlatmak adeta bir insanlık görevidir.
Bitirirken şunu söyleyebilirim ki insanlığın en büyük kazanımı olan insan hakları değerlerinin bu kadar çok araçsallaştırılmasına karşı yukarıda örneklerini verdiğim yeni yol ve yöntemlerle bu değerleri koruyabiliriz.
Aksi taktirde bizler de önce değerlerimizi sonra insanlığımızı kaybedebiliriz.