Mimar Sinan Üniversitesi Öğr.Gör. Y. Mimar Korhan Gümüş’le yaptığımız söyleşide yerel yönetimlerin önemi, iktidarların yerel yönetimleri niçin çok arzuladıkları ve AKP’nin yerel yönetim anlayışı üzerine konuştuk.
Yusuf Gürsucu / İstanbul
* Türkiye’de ki mevcut iktidarın kentlere bakışı nedir?
Mevcut siyasal iktidarın durumu belki Çin Komünist Partisi’ninkine benzetilebilir. Sistem şöyle çalışıyor olmalı: “Kapitalizme teslim olmak için değil, onunla mücadele etmek, ideolojimizi yaşatmak adına bunu yapıyoruz.” Çünkü toplumu tasarlama düşleri, kimlik politikaları üzerine kurulan iktidar eşitsizliklerle, haksızlıklarla mücadele ediyormuş gibi yaparken kapitalizm, eşitsizliği üreten sistem, arka planda gümbür gümbür işliyor.
Neoliberal dönüşümün kurucu paradoksu, ters görüntü vermesidir. Yönetim aygıtı bir taraftan son derece merkeziyetçi bir anlam dünyası içinde politik alanı felç ederken, siyasetinin tartışmasız olduğunu varsayarken, diğer taraftan da onun yarattığı şiddetin altındaki kalan mağdurları temsil ediyormuş gibi yapar. Bu otoriter yönetimlerin tipik işleyiş biçimidir. Bu yüzden görünüşte karşıt, mücadele eder gibi gözüken işaretsizleştirici bürokratik yönetim unsurları ile bu işlevleri çürüten popülist dinamikler birbirini motive eder hale gelir. Türkiye’de de iktidar mücadelelerinin asıl yaptığı iş budur.
Böylece, imar rejiminde, şehir planlarında tanık olduğumuz gibi hem cezalandırıcı, hem affedici vasıflarıyla, informel yapılar içinde mutlak ve keyfi bir yönetim modelini tesis ederler. İktidar bir eliyle yumruğunu gösterir, diğer eliyle okşar. Dolayısı ile mekanda, kentteki güç mücadeleleri ile gelişen yalnızca ekonomik bir sömürü değil, bunu yaparken aynı zamanda, iktidar içindeki tarafların işbirliği içinde kendi ayrıcalıklarını, ideolojilerini yeniden üretmeleridir.
*Şehirlerin aynı zamanda bir iktidar alanı olduğu gerçeğini AKP iktidarı nasıl işletiyor?
Modernite, tıpkı militer temsil tekniklerinde olduğu gibi, şehirlerin, müşterek alanların bir “oyun çamuru” gibi güç sahiplerinin şekil verebileceği bir nesne olduğu algısı ve bunun pratikleri üzerine kurulur. Bu hiç bir zaman mümkün olmasa da.
Kent yönetimleri zaten baştan beri yerel katılımı sağlamak için değil, merkeziyetçi devlet yönetimi işleyişini yeniden üretmek için yapılandırılmış durumdaydılar. Belediyelerin varlığı ve işleyişi yerel dinamikleri harekete geçirmeye değil, onları merkezi temsil sahnesine taşımaya hizmet ediyordu. Bu yapının bir unsuru olarak yerelin müşterekleştirme potansiyelini, yapısını bozma işlevi görüyorlardı. İşte neoliberal siyaset, merkezle yerel arasındaki bu kompleks ilişki üzerine kuruldu. Disipliner bürokratik mekanizmalar üzerinde kurumsallaşan kent yönetimleri çökmüş durumdaydı. Yolsuzlukların, rüşvetin normalleşmesi de bunun bir göstergesiydi. Bu sistemi değiştirmek yerine iktidar bunun merkeze bağlanarak yönetilmesini sağladı. Mevcut iktidar da zannedersem bu dönüşümün bir sonucu.
*Şehirler sermaye ile iktidar ilişkilerinin ve biçimlenmelerinin ürünü müdür?
Galiba, bunu çekinerek söylüyorum, çünkü sözüm meclisten dışarı, bizim gibi kentle ilgili uğraşan insanlar olarak, iktidarın, neoliberal politikaların mantığını henüz tam kavramış değiliz. Onu bırakalım, güya çok partili siyasal hayata geçtiğimizden beri neden siyasetçilerin planlama, kültür mirasının korunması, sanat gibi konulardan hoşlanmadıklarını, onu da bir kimlik politikası içinde algıladıklarını soğukkanlı bir biçimde değerlendirmiş bile değiliz.
Kanımca bunun nedenleri var. Bunun temel nedeni sesi çıkabilenlerin, ayrıcalıklı bilişsel sermaye sahiplerinin çıkarlarını korumak için devlet iktidarı bloğu içinde yer almaları. Örnek vermek gerekirse, İstanbul’un yakın tarihlerdeki planlama sürecine bakmak yeter: İmtiyaz sahibi bir takım kamu kurumlarının adı altında, son derece tekelci bir yapı içinde, tıpkı bir sermaye grubu gibi kendi kamu yararını temsil eden bir sivil kesim olarak planları, projeleri pazarlıyorlar. Plancılar da sanki planlıyormuş gibi, korumacılar koruyormuş gibi yapıyorlar. Bütün köşe başları tutulmuş, araştırma ve şehircilik deneyimlerinde bağımsız çalışma alanları kurutulmuş ya da kamusal işlevlerle bağı olmayan bienaller, özel müzeler gibi filantropik alanlara izole edilmiş durumda. Kamusal alanlardaki bu tekelci, ayrıcalıklı ilişkilerin yarattığı politik boşluk, gerçekte istilacı güçlere yapılmış bir davet gibi. Eşitsizlik mekanizmalarını kullanarak, kendi seçkinlerini iktidar sahnesine taşıma işlevini yerine getiriyor. Bu açıdan kendi içinde gayet tutarlı. Peki muhalefet ne yapıyor? Bunun içinde yer almaya çalışıyor. Buna razı olamayız. farklı bir şey yapmak, uzun vadeli, kapsamlı bir politik mücadeleye girişmek gerekiyor. Bu koşulları ancak alternatif bir siyaset değiştirebilir.
Siyasal İslamcı anlayış bazı şehirlerde iktidarını hangi yolla güçlendirmiştir?
Kimlik politikaları bir taraftan kimliği kamu sahasına taşırken diğer taraftan da ayrıcalıklı temsilciler yaratır. Sorun yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de kimlik alanına sıkışmasıdır.
Bir kere konuşanlar, sesi duyulabilenler, karşımızda boy gösterenler sermayesizlerin kendileri değildir. Vekaleti verenin konuşması hiçbir zaman mümkün olmadığı için mağdur kılığındaki muktedirlerdir. Bunu unutmamak gerekir. Siyasal İslam, bence milli devlet ideolojisinin içinde yer alan diğerlerinden pek farklı değil. Burada olsa olsa ideolojinin kapitalizmin krizini, yarattığı eşitsizliği, yaşamsal değerleri yok etmesini perdeleme işlevinden söz edilebilir. Kapitalizmin dönüştürdüğü, bastırılmış olan, “öteki” de diyebiliriz buna, kimlik olarak vücut bulur. Bu sayede, bu kutsal bagaj dayanıklı hale gelir. Bütün kimlik siyasetlerinde olduğu gibi, Siyasal İslam da ters görüntü verir. Neoliberal koşullarda kimlikler, milliyetçilikler kapitalizme daha büyük bir arzuyla sürtünür ve daha çok silinerek kendi öz yıkımını gerçekleştirir. Sesi duyulabilen hiç bir güç iktidar ilişkilerinden muaf ya da dışında değildir. İslam kimliği üzerinden güçlenen milliyetçilik her zaman milli devlet seçkinlerinin temel direği oldu.
Bu bütünlük algısı temsil edilenleri temsile dahil eden siyasal sembolik alandaki eylemlilikler ile pekiştirilir. Bir bütünlüğe sahipmiş gibi davranılır. Milli siyaset rejimi içinde sınıfsal bir perspektif ortaya çıkmaz.
İslamcılığın temel özelliği son derece düzeniçi olduğu izlenirken bu düzeniçiliği ortaya çıkaran devlet ve iktidar arzusu mudur?
Merkez üzerinden örgütlenen politika çevresinde konumlanan taraflar doğal olarak ilişkiyi taraf olmak üzerinden kurmaya eğilimlidirler. Bu sistemde tarafların, görüşleri ne olursa olsun, politika deyince merkeziyetçi bir düzen üzerinden yereli bu kutsal bagajları ile anlamlandırmaya çalışmaları olağandır. Temsil ilişkilerinin üzerine çalışılmadığı sürece bu sistemde, yerel dinamikler etkisizleştirilir. Bütün taraflar, tıpkı savaş koşullarında olduğu gibi politik başarıları için müştereklerin sonuna kadar yağmalanmasını kolaylaştırmak zorundadırlar. En ufak itiraz, tereddüt (hatta karar aşamasını yeniden ele almayı gerektirecek bir olay) iktidar güçlerini zayıflatacak bir girişim gibi algılanır. Bu durum sanki ilan edilmemiş bir iç savaş haline benzer: Savaş halinde her şey mübahtır. Gözleri hiç bir şeyi görmez. Siyasetin temsil iddiası bir özdeşleşme ilişkisine dönüşüyorsa, devletin, kamu kurumlarının işleyişinde şiddet üreten koşullar oluşmuş demektir. Kimlikler altında kitlelerin karşıtlaştırılmış olması, devletin, maddi işleyişin kendisini, eşitsizlikleri unutturmaya hizmet eder. Kamu yönetimleri sorumluluklarından muaf hale getirir. Şehirler, kapitalizmin nesneleştirici zihin dünyasınının egemenliği altına alınmış durumda. Modernleşmenin içindeki bütün entelektüel alternatif unsurların, kurumların, normların çürütülerek, deneyimler arasında bilgi kopuklukları yaratılarak şehirlerin çöpe dönüştürüldüğü bir aşamaya geldik. Karşımızda artık kamu diye bir şey yok. Kamu kılığına girmiş ayrıcalıklı çıkar grupları, örgütlü suç şebekeleri var. Buna “sıfır noktası” diyebiliriz. Nesneleştirici zihin dünyası da şehirleri yıkıma uğratırken kendisi de işlevsiz kalıyor, araçsallaşıyor ve gücünü yitiriyor.
Alt ve orta sınıflar kent merkezlerinden dışlandığı söylenebilir mi?
Hayır. Yalnızca rant dağıtım modelinin ve paydaşlarının değiştiğini gösterir. Bu rejim içinde seçkinleştirme, farklı toplumsal tabakaları iktidar nimetlerinden yararlandırma siyaseti hiç değişmedi. Şehirlerde dışlanan topluluklar zannedildiği ya da amaçlandığı gibi görünmez kılınıp, çeperlere gitmiyorlar. Örneğin Sulukule halkı şehrin dışına, Taşoluk’a gitmedi. Dağınık bir şekilde oraya buraya, yakınlara dağıldılar. 1 Mayıs mahallesi sakinleri de zannedersem çok uzaklara gitmedi. Hizmet üreticileri, iş gücü olarak şehrin merkezine yakın yerlerde konumlanabiliyorlar. Yeni iş alanları açılıyor, ticaret gelişiyor ama bunlar kamu sistemindeki çarpıklığı düzeltmiyor. Kentsel dönüşüm ilginç bir şekilde yalnızca şehrin yoksul değil, zengin mahallelerinde gerçekleşiyor, Bağdat Caddesi gibi. O zaman orada var olan orta sınıflara yenileri katılıyor.
Türkiye’de ulusalcı siyasal hareketler, iktidarda veya muhalefet konumunda oldukları zamanlarda bile az çok sermayenin parasal tarafıyla ilgili gibi gözüktüler. Sosyal adaletsizliklerin aşılması için onunla, yani ekonomik sorunlarla, yoksullukla ilgileniyormuş gibi yaptılar. Bu araçsallaştırıcı, ekonomist yaklaşım da alternatif bir kentleşme politikasının geliştirilmesini engelledi. Nasıl geçmişte devlet iktidarı aracılığıyla yeni seçkinler yaratıldıysa, bugün de aynı şey oluyor.
2000’lerin başındaki yaşanan ekonomik krizde, müteahhitler TOKi kadar olmasa da yekûn tutan bir sermayeye sahip olmuşlardı. Bugün yaşanan krizin inşaat sermayesi üzerindeki etkisi ne olabilir?
Sanayi sermayesi ile inşaat sermayesi rakipmiş gibi gözüküyor. Belki faizlerin artması ile birlikte inşaat sektörünün yavaşlayacağı söylenebilir. Ancak bu öyle bir ekonomik model ki, kendisini her koşulda, krizlerde kendisini güvenceye alacak şekilde düzenlemiş durumda. Maliyetleri başkalarına ödetiyor. Mesela düşünün: Mega projelerden biri zarar etse, siz kaybediyorsunuz, yatırımcı değil. Enerji kullanımı da öyle. Yatırımlardaki, projelerdeki yanlışlıkları, hataları sorumlu olmayanlar ödüyor. Niye böyle? Çünkü merkezi politik alanda oluşturulan himayeci mekanizmalar onları koruyor ve yönlendiriyor. Kararları güç sahiplerinin aldığı bir siyasal modelde rekabet koşulları nasıl oluşur? Örneğin inşaat sektörü önemli bir gelir paylaşım alanı olduğu için siyasetle iç içe. Bu onun en kötü koşullarda bile ayakta kalmasını sağlıyor. Böylece inşaat sektörü başta da dediğim gibi şehir ekonomilerinin merkezin kontrolü altında tutulmasını sağlıyor. Dikkat ederseniz siyaset sınıfının en etkili tabakasını müteahhitler oluşturuyor. İstanbul’da yılda 2000’e yakın plan tadilatı gerçekleşiyor. Siyasetin işlevi, her koşulda rant dağıtımını düzenlemek. Bunda bir değişiklik olmuyor. Eğer bir fark arıyorsak, o da AKP’nin bunun farkında olması. AKP’nin eğer diğerlerinden bir farkı varsa, bunun yarattığı informel işleyişleri merkezin patronajına bağlamasıdır. AKP bu fragmantasyona, her biri özelleşmiş devlet fraksiyonunu bir arada tutmaya, patronaj altında bütün ayrıcalık taleplerini merkezden kontrol etmeye dayanan bir siyasal deneyim üretti. Aslında bunun kökenleri Refah Partisi’nin yerel seçimleri kazandığı 1994 seçimlerine uzanıyor. O zaman yereli kontrol etme pratiklerini öğrendiler. ANAP da denemişti ama Özal-Dalan çekişmesinden de anlaşıldığı gibi başaramamıştı.
Kent ile iktidar arasındaki ilişkinin birbirlerini biçimlendirdiği ifade edilmektedir. Bu bağlamda mevcut iktidarın konumu nedir?
Neoliberal koşullarda hurdaya dönüşmüş, fragmante olmuş kentler gerçekte toplumu, kentleri tasarlama illüzyonunun yıkımına değil, tam tersine hayali var oluşunun, siyaseti imha edici işlevinin yeniden güçlendiğine işaret ediyor. Görme kaybı entelektüel sahtekarlıktan, tembellikten değil, çoğu zaman maddi nedenlerden kaynaklanıyor. Bu değiştirme gücü olanın, iktidarın aynı zamanda karşısındakinin görme kaybından faydalanmasıdır. Toplumu tasarlama idealleri üzerine kurulmuş olan merkeziyetçi politik kurumlar krizler yarattığı ölçüde hukuk sistemlerinin yıkımına yol açtı. Bu yüzden görünüşte karşıt gibi gözüken bürokratik yönetim unsurları ile bu işlevlere musallat olan popülist dinamikler birbirini motive eder hale geldi. Dediğim gibi siyaset, eşitsizlik mekanizmalarını kullanarak seçkinleri iktidar sahnesine taşıma işlevini yerine getiriyor. Bürokratik rasyonaliteyi temsil eden toplumsal tabakalar, kurumlar ise iktidar sahnesinde taraf olarak yer alıyorlar. Bu siyasetin eşitsizlikleri telafi ediyormuş gibi gösterilmesine ve algılanmasına yol açıyor. İktidar sahnesi bu sermayelerin, güçlerin iç içe geçmesi, sembiyotik bir ilişkisi ile şekilleniyor.
Kent topraklarında değer oluşumu ve alan kullanımı çok farklı sermaye gruplarının etkilemeye çalıştığı bir piyasayı ortaya çıkardı. Bu durumda iktidar nasıl bir pozisyon almaktadır?
Evet, şehirlerin dinamizmini kontrol eden sermaye yapıları değişti, artık neredeyse kent toprakları üzerinde spekülasyon gerçekleştirenin kim olduğunu, kaynağının neresi olduğunu bile anlayamıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz karşınızda yerel bir sermaye grubu var, bir bakıyorsunuz arkasında uluslararası yatırımcılar var. Buna devletin resmi kurumları da katılıyor ve oyunun içinde yer alıyor. İktidarın yaptığı, aslında iktidarların yaptıkları demek lazım, çünkü devlet içinde birbiriyle rakip toplulukların kendi aralarındaki paylaşımı bir siyasal mücadele gibi okuyoruz, mümkün olduğu kadar bu işleyişe kendi aracılarını dahil etmek, bundan patronajı altındaki toplulukların pay almasını sağlamak. AKP bunu en iyi başaran partilerden biri oldu. Zaten bu sayede ayakta duruyor. Kimse bir milletvekilinin ya da bakanın falanca şirketin imar işlerini takip etmesini ve gerçekleşen ranttan pay almasına şaşırmıyor. Kamu kuruluşlarının içindeki yöneticilerin, onların patronajı altındaki çıkar gruplarının yaptıkları şey bu. Muhalefetin de iktidarın da imar rantlarında kotaları var. İşte bu yüzden imar rantlarını vergilendirecek formel bir hukuk uygulanamıyor, bu ülkede. İktidarın yaptığı bunu mümkün olduğu kadar TOKİ, özelleştirme projeleri ile merkezden kontrol etmeye çalışmak. Bu yüzden hukuk sisteminin dışına çıkılıyor, çünkü böyle bir sistem hukukla yönetilemez. Ancak bu sistemi asıl besleyenin şehirleri, yaşam alanlarını devlet gücünü arkasına alarak planlanabileceğini, yönetilebileceğini varsayan ayrıcalıklı bilişsel sermaye eliti olduğunu unutmamak lazım. Onların bu sistemin içindeki konumu hiçbir zaman tartışılmıyor. Oysa siyaset sadece niyetler üzerine kurulmaz, maddi işleyişler üzerine kurulur. Bu yönetim pratikleri, kararların nasıl işlendiği ve üretildiği karanlıkta kalıyor. Kimlik politikaları bu işleyişleri karanlıkta bırakıyor. Kimlik siyaseti haklarından mahrum bırakılanları temsil eder gibi yaparken bir şekilde tahakküm ilişkilerini güçlendiriyor.
Kent topraklarının kullanımında bireylerin elde ettiği fayda ile toplumun çıkarları arasında uzlaşmaz bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bu çelişkiden iktidar nasıl yararlanmaktadır?
Kendisini merkeze koyan politik eylemlilikler ne kadar mükemmel bir temsil iddiası içerse de, politik alanın dışında kalanı işaretsizleştirmekten başka bir işlev görmüyor. Politik örgütlenmeler çevresinde konumlanan taraflar doğal olarak politikayla ilişkiyi taraf olmak üzerinden kurmaya eğilimli oluyorlar. Bu tür bir iktidar ile muhalefet karşılaşmasında politikanın işlevi unutuluyor. Yerel temas ve ilişki arayışının izleri görülemez hale geliyor. Soru şu: Kimi zaman haksızlıklara, yıkımlara, şiddete itiraz edenler, itiraz ediyormuş gibi gözüken taraflar da neden ısrarla bu oyuna dahil oluyorlar? Bu bir yetersizlik mi? Yoksa kasıtlı olarak yapılan bir şey mi? İşaretsizleştirilenler her koşulda şiddet altında kalıyor. Şiddeti yaratan da milli devlet aygıtı içinde temsil edilenlerin temsil edenler tarafından içerilmiş olmasıdır. Temsil edilenlerin temsil edene dahil olmasıdır. Bu temsil biçimi emeği değersizleşen, yaşam alanları alt üst olan insanları bir kere değil, iki kere işaretsizleştirir. Kültürel yıkıma karşı çıkar gibi gözükürken, yıkımdan motive olur. İtaat beklentisini maddi bir tahakküm ilişkisi olmaktan çıkarır, bizzat bastırılanlar açısından arzulanır hale getirir. Anestezik bir yöntemle, siyaset seçkinlerinin tam da kapitalist modernleşmenin yarattığı meseleyle (işaretsizleştirilme) karşılaşma yükümlülüğünü unutturur.
Kent toprakları politikasının mali araçları kamu otoritesinin vergilendirme yetkisine dayalı iken, mali olmayan araçları ise planlama yetkisine dayanmaktadır. Büyükşehir yasaları ve özel imar yasaları ile kararlar merkez taşınmış ve iktidar buradan farklı sermaye gruplarına çıkarlar oluşturmaktadır. Bu duruma bir örnek verebilir misiniz?
Yerel politik alan son derece dar olduğu için, neoliberalizm bu yapılara hayat veren bürokratik rasyonalizmin kökenlerine kibrit suyu döktü. Denetleyici, planlayıcı bürokratik yapıları tersine döndü. Adeta işlevlerinin tersine hizmet eder hale geldiler. Bu yüzden şehirlerin varlıkları imha edilirken, kalıntıları, tahayyül dünyasını felç edici planlama, koruma teknikleri neoliberal düzende pamuklara sarılıp, özenle korunuyor. Neoliberal düzende bu kurumların varlığı aynı zamanda giderek ayrıcalıklı sermaye ile bütünleşen oligarşik siyasal yönetimlerin değirmenine su taşıyor. Böylece şehir tahayyüllerin müşterekleştirilebildiği değil, sembolik şiddet üreten tarafların kamu gücüyle kendi iktidarını tesis etmeye çalıştığı bir alan haline geliyor. Mega projeler, özelleştirme uygulamaları siyasetçiler tarafından oluşturulmuyor. Onlar karar veriyormuş gibi gözüküyor ama projelerin arkasında ayrıcalıklı sermaye güçleri yer alıyor. Örneğin 3. Havalimanı projesi için yapım tekniğinden finansmanına kadar çok sayıda bileşeni olan komplike konularla ilgili kararlar vermek anlamına geliyor. Bunların çoğu daha politikacının gündemine gelmeden önce kurumsal işleyişler içinde tanımlanmış, geliştirilmiş oluyor. Bu nedenle politikanın yalnızca tercihlerden oluştuğu görüntüsü, bir bakıma bilgi yönelimli, süreç odaklı bir politikayı örtme, perdeleme işlevi görüyor. Dolayısı ile sorun yalnızca iktidarda değil, aynı zamanda muhalefette. Bu yüzden politikanın dönüşümü için farklı bir iktidar-muhalefet karşılaşma biçimi öngörmek gerekiyor.