1915’te yaşananlara kendi yerelinde doğrudan tanıklık etmiş ve bunu anılarında çok ayrıntılı bir şekilde işleyen nadir kişilerden birisi Liceli Hasan Hişyar Serdî’dir. Kürtçe kaleme aldığı anılarında kişisel tanıklığın dolaysız anlatımı ile siyasi ve kimliksel aidiyet bağlamında yazmanın çelişkisini de ortaya koyar. Kürt-Ermeni ilişkilerini ve özellikle 1915’i anlattığı bölümler tam da bu çelişkiyi açığa çıkarır. Örneğin dediğine göre Kulp Vadisi’nde Ermeni partizanlar tarafından öldürülen yüzlerce Kürt arasında amcasının kardeşi Ali de vardır.
Fakat kardeşi öldürülen amcasının Ermeni fermanı (fermana filehan) ilan edildiğinde Ermeni kadın ve çocuklarını ölümden koruduğunu söyler. Sonrasında Kürt milliyetçisi bir bakış açısıyla Ermenileri Kürtlerin aleyhine çalışmalarıyla suçlar. Fakat devamında, siyasi angajmanını bir kenara koyup, yazdığı bölümde ise henüz onlu yaşlarında bir çocuk iken kendi köyünde tanık olduğu soykırımı bütün çıplaklığıyla şöyle betimler: “Bizim köyümüz Lice ile Hani arasında idi. Köye yakın ve üst tarafında da Huriler dönemine ait 5000 yıllık bir maziye sahip bir zindan vardı. Zira zindan doğal bir mağaranın içi oyularak yapılmıştı. Yöredeki Ermeniler toplanır, bu zindanın bulunduğu yarın başına getirilerek uçuruma bırakılarak parçalanır ve öldürülürdü. Cesetler zindana taşınarak üst üste atılıyordu. Zindan derin olduğu için buradan koku vermiyordu. […]
Kulp’tan 250 kişilik bir kadın ve çocuk topluluğu önlerine katıp aşağıya Diyarbakır ovasına götürdüklerini gördük. Amcam beni çağırarak ‘Bu kadınları götürenlerin başındaki adam Arif Bey isminde biridir. Git de ki ‘Bir erkek ve bir kız çocuğunu benim istediğimi ilet!’ Ben ve birkaç çocuk arkadaşımla birlikte, topluluğun ardına düştük. Bir ağacın altında Arif Bey dinlenirken yakaladık. İsteğimizi Arif Bey’e ilettik. Arif Bey dönüp bize ‘Gidin, onların içinden iki kişiyi alarak götürün’ dedi. Ben kendisine ‘Beyim bunların etrafında asker doludur. Bizi dipçik ve süngülerle döverler.’ Arif Bey: ‘Gidin benim gözüm sizde !…’ Biz, kadın ve çocuklardan oluşan topluluğa yaklaştık. Askerlere, Arif Bey’den geldiğimizi belirterek isteğimizi söyledik. Kadınların ve çocukların içine girdik. Onlar da ölümlerini bekler bir haldeydiler. Koca kadınlar derlerdi ki ‘Bizi götürün, biz sizin her tür işinizi yapabilecek durumdayız.’ Biz alelacele içlerinden Lusi ismindeki kız çocuğu ile Artin ismindeki erkek çocuğu alarak ayrıldık. Sonra toplam olarak amcamın yanında yedi, annemin yanında da üç Ermeni çocuk korunmak üzere gizleniyor ve besleniyordu… Biz çocukları götürmeye giderken Arif Bey’in onayını aldığımızı düşünerek rahatlamıştık. İki çocuğu eve bıraktıktan sonra yine dönüp sürgün yollarındaki Ermeni kadın ve çocukların yanına merak ederek gittik. Onlara korkudan yaklaşamadık, ancak uzaktan izledik. 20 kişiye yakın insan kalmıştı askerler onları, her defasında üçer-dörder uçurumun tepesine götürerek kaybediyordu. Bir süre sonra yine gittik baktık. O kadın ve çocukların cesedi yardan atılarak parçalanmış vaziyette olduğu yerde kalakalmıştı…”
1915’teki soykırım gerçeğine doğrudan tanıklık etmiş olan Serdî’nin anıları, yaşadıkları ile ideolojik angajmanlar doğrultusunda geliştirdiği genel tutum arasındaki gerilim ve çelişkiyi yansıtması açısından son derece önemlidir. Yazar Kürt aydınlarının milli çıkar temelinde geliştirdikleri siyasi tutum ve sessizleştirme politikasının dışına çıkan bir alan olarak kişisel tanıklığından bahsettiği her anda bu çelişkiyi derinleştirmektedir. Gözleriyle bizzat tanık oldukları ile onları siyasi bir anlamlandırma filtresinden geçirdikleri arasındaki gerilim, birinci kuşak Kürt aydınlarının anılarında öne çıkan ana noktanın özeti gibidir.