Atom Egoyan’ın “Ararat” filminde (2002) Türk aktör Ali karakterinin Ermeni genç Raffi’nin soruları karşısında saptığı kaçış yolu, milli refleksin tipik ifadesidir: “Şu tarihi falan boş verip önümüze bakalım. Kimse senin evini yıkmayacak. Kimse seni ya da aileni imha etmeyecek… değil mi? O halde şarabımızı açalım ve keyfimize bakalım… tamam mı?”
İnsan neyi inkâr eder? Neden inkâr eder? İnkâr fiilinin sonuçları nelerdir? Bunlar, “ruh sağlığı” tabir edilen alanda çalışan hekimler için birçok vaka açısından sorulması elzem olduğu kadar yanıtlanması zor sorulardır. Temelleri “medz yeghern” ile karılmış Türk milli kimliği üzerinde yüz küsur yıldır devam eden kolektif aidiyet inşaatından elde edilen sonuç, inkâr üzerine inkâr ve tekrar üzerine tekrar yığını bir ucubeden ibaret ise, bu teşebbüsün ciddi bir “ruh sağlığı” muayenesi vakti çoktan gelmiş demektir. Ve eğer daha birkaç gün öncesinde, yani İsa’dan sonra ikinci milenyumun on dokuzuncu senesinin Nisan ayının yirmi dördüncü gününde, son Türk devletinin adli makamları, Sevag Balıkçı’nın mezarı başında yapılan anma konuşması içinde “soykırım” kelimesinin telaffuz edilişinden vazife çıkararak derhal bir soruşturma başlatıyorsa, muayeneden teşhise giden yolda akılda tutulması gereken başlıca kavramlar inkâr ve tabu olsa gerekir.
Egonun savunma stratejilerinden biri olarak inkâr, “travmatik bir algının gerçekliğini kabullenmeyi reddetme” olarak tanımlanır. Bir psişik bozukluk olan fetişizmin temelinde yatan kök operasyondur. Sigmund Freud ve sonrasında Jacques Lacan, inkâr edilen olgunun inkârcı özne tarafından aslında biliniyor olması gerçeğini vurgulayarak fetişizmin yol açtığı benlik yarılmasını (bilinçdışı farkındalık ya da derin kabullenme hali ile fiiliyatta sergilenen inkâr tavrı arasındaki tezat) bu temelde izah ederler.
İnkâr ve tabu arasındaki ilişki için, Freudiyen kuramın bireysel psişeden topluma doğru açılan penceresidir demek yanlış olmaz. İlkel kabilelerde rastlanan totem imgesi, kolektif fetişizmin insan toplulukları açısından taşıdığı kurucu rolü sembolize eder. Antropolojik araştırmalar, fetişist yapının mitsel anlatılar üzerinden kendini sürekli yeniden ürettiğini ve bu niteliğin modern toplumların da yapıtaşı olarak işlevini sürdürmekte olduğunu gösteriyor. Freud’un yorumuna göre insan topluluklarının bir tabu ile kabullenilmesini yasakladıkları (inkâra zorlandıkları) ama eşzamanlı olarak tuhaf bir biçimde bir totem ile sürekli hatırlanmasını da sağladıkları kök vaka, her zaman bir kolektif suçtur.
Bazı şeylerden korkmayı anlatan âdetler. Yasaklar sonucu bazı şeylere dokunmamak ve bazı sözcükleri ağza almamak… Freud’un temel aldığı tabu tanımı böyledir. Asıl olanın ölülerden duyulan korku olduğunu vurgulayarak tabu etrafındaki ritüellerin bu korku açısından verdiği ipuçlarından şu sonucu çıkarır: “Ölülerin aynı zamanda düşman sayıldığını söylersek buna şaşarsınız.” Charles Aznavour, Ararat filminde tam da bu düşmanlığın anlamsızlığını vurgular: “En çok acı veren nedir bilir misin? Katledilen canlar ve yitirdiğimiz toprak kadar ve hatta onlardan çok daha fazla, bizden böylesine nefret edildiğini biliyor olmak. Bizden bu kadar nefret etme hakkına sahip bu insanlar kim? Ve yalnızca nefret etmeyi değil, nefret ettiklerini inkâr etmeyi hala nasıl sürdürebiliyorlar?”
Cevaben, “ölülerden korkarız ve onları düşmanlaştırırız çünkü onları biz öldürdük” cümlesini kurmak yanlış olmaz. Ölülere yönelik düşmanlık, bir kök vaka olarak kolektif bir suçun, bir toplu cinayetin sonucu olarak anlaşıldığında özgül bir anlam kazanır. Ölülerden korkulur çünkü bir hesaplaşma hatta intikam tehdidi ile geri dönüş ihtimalleri korkutucudur. Bu korku, Freud’un “hafıza izleri” adını koyduğu mekanizmalarla adeta kalıtsal olarak nesilden nesile aktarılan inkâr tavrının ve bunun müsebbibi bir kök cinayet fiilinin ipuçları olarak anlam kazanır.
O halde, soykırım sözcüğünden duyulan korkunun resmi şiddet aygıtları ve mahkemeler aracılığıyla derhal savuşturulma çabasında tanık olduğumuz performans, milli kimliğin kökeninde yatan kolektif suça yönelik derin kabullenmenin dışavurumu olarak okunmak durumundadır.
Medz Yeghern’in 104’üncü yılında, toplum olarak Ararat filmindeki Türk karakterin söyleminden ileriye bir adım bile atılamamış olması, “inkâr” ve “tabu” kavramlarına başvurmadan izah edilemez. Fatih Akın’ın “Kesik” filminin (2015) ana teması bu bağlamda bir kapı aralıyor olabilir: Nazaret Manogyan’ın Türk celladı, kurbanının boynuna attığı kesik ile onun adına bir tercihte bulunmuş olur: hayatta kalma karşılığı ömür boyu suskunluğa mahkumiyet… Bu “kesik” birçok şeyi özetlemiyor mu?