1 Ekim itibariyle iktidar bloku tarafından başlatılan, aktörlerin bir kısmının denklem dışı tutulduğu, demokratik siyasetin kayyımlarla dizayn edildiği ve kimi iktidar bürokratlarının “devlet inisiyatifi” olarak ifade ettiği yeni bir Kürt hamlesi var. Kamuoyunun geneli bu hamleyi ve hamlenin arka planındaki hedefleri anlamaya çalışıyor. İktidar blokunun genelinde bile hala gidişatın tam olarak idrak ve izah edilemediği bir aşamada, bu hamlenin nedenlerini anlama çabası hem aktörlerin geleceğe dönük hedeflerini kısmen anlaşılır kılabilir hem de barış politikalarına küçük bir katkı sunabilir. Dolayısıyla 1 Ekim hamlesinin nedenlerini, hedeflerini ve genel seyrini anlamaya ve tartışmaya devam etmek önemli.
Bilindiği üzere Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisi son on yılda giderek sorunlu bir hal almaya başlamıştı. Çözüm süreci sonrası sürdürülen şiddet politikalarıyla “çözüm aklı” tamamen çökertilmek istendi. Fakat meselenin jeopolitiği değişti; alınan tedbirlerden istenilen sonuçlar alınamadı ve mesele giderek büyüdü. Büyüyen Kürt meselesinin karşısına salt güvenlik politikası ve egemen bir retorik koyarak işin içinden çıkılamadı.
1 Ekim hamlesinin en kritik gerekçesi belki de şu olabilir: Dünyada çatışma çözümünün son deneyimlerinde izlenen genel strateji, karşı tarafı olabildiğince zayıflatıp masaya oturtmaktı. Türkiye benzer bir stratejiyi on yıldır uyguluyor. Sorun şu; düşmanını zayıflatmaya çalıştıkça kendisi güçlenmedi. Dolayısıyla zayıf veya güçlü aktörlerden öte, toplumsal barış açısından zayıflayan süreçler setiyle karşı karşıya kalan bir politik gerçeklik söz konusu. Konjonktürün baskısı farklı motivasyonlara rağmen “zayıf sürecin güçlendirilmesini” her iki tarafa da dayatıyor.
İşin arka planında başka gerekçeler de var. Türkiye 2018’den bu yana yeni bir rejimle yönetiliyor. Dünyada ve bölgede de yeni bir düzen kuruluyor. Ülkenin yeni inşası ve Ortadoğu’daki yeni düzenin Kürtsüz olmayacağı aşikar. Bu değişimler olurken başkanlık sistemi oturmadı ve ülkenin hiçbir sorununu çözemedi. İçerde toplum kamplara bölündü. İç demokrasi ve iç birlik son on yılda zarar gördü. Batıdan kopup Doğu’ya yanaşma stratejisi pek bir şey vaat etmiyor. Ekonomi düzelmiyor. Araplarla ilişkiler bozuldu, Müslüman toplum üzerinde kurulan hegemonya son İsrail-Filistin-Lübnan savaşında İsrail’e karşı alınan radikal tutuma rağmen etkili olmadı.
Tüm bunlara baktığımızda elbette Kürt barışı tüm dertlere deva değil ama hem iç hem dış politikada birçok krizi hafifletecek, yükleri azaltacak, riskleri aza indirebilecek güçlü bir potansiyele sahip. Bu aşamada konjonktür ve tarihsel hakikat şu ana kadar yürünen yolların dışında başka bir yol dayatıyor. Bu nedenle 1 Ekim hamlesine ihtiyaç duyuldu. Bu hamle Türkiye’nin Kürt meselesinde bir kırılma anıdır; tercih değil zorunluluktur; 2015 sonrası stratejinin değişime uğramasının ilanıdır.
Tutarsızlığın sefaleti: Kayyımlar
Bizler Van’da belediye başkanlarını 3 aylığına, Konyalılar 5 yıllığına seçiyorlar. Vanlı Genç Stand- Up’çı.
Bu süreçlerde tutarsızlıkların olabileceğini herkes öngörebiliyordu. Nitekim bir taraftan ortak tarih, ortak vatan, kardeşlik çağrıları eşliğinde “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” gibi çıkışlar yapılırken; diğer taraftan en asgari demokratik hak olan “seçme seçilme hakkı” üçüncü kez gasp edilerek belediyelere kayyımlar atanması, 1 Ekim hamlesinin en tutarsız pratiği olarak tarihe geçecek. Konjonktürel ve tarihsel hakikatin basıncıyla 1 Ekim’de başlayan süreç ile birlikte Türklerin ve Kürtlerin ortak tarih ve kader birliğinin güncellenebileceği, toplumsal ve bölgesel barışa katkı sunabilme olasılığının yükseldiği bir eşikte, henüz yolun başındayken 3. dönem kayyım seferleri ile müdahale edildi.
Her şeyden öce 3. Kayyım seferleri, onurlu bir barışın hakikati ile iktidarın önüne koyduğu barış stratejisi arasındaki uçurumu teşhir etmiştir. Hem taraflar arasında hem de toplumda gidişatın bir barış sürecine dönüşmesine dair varolan güven sorununu daha da derinleştirmiştir. Genel kamuoyunda bu müdahale ile kayyım rejiminin gölgesinde ve iktidar blokunun araçsal-pragmatik karakteri kıskacında kalan olası barışın ancak hayallerle sınırlı kalabileceği kanaati güçlenmiştir. Ve elbette bu algı olası bir barışa yönelik umutları zayıflatmıştır.
Kimsenin elinde somut bir plan yok
Anlaşılan o ki Kürt meselesinde “siyasal dilin yumuşaması” sürecin genel olarak yumuşamasına ve çözüme doğru giden pratik bir aşamaya geçmesine yetmiyor. Son yaşananlar bunu gösteriyor. Irak Kürtlerinin bir kesimiyle dost bir kesimiyle düşman, Suriye Kürtleri için “ya benim istediğim düzene razı olacaklar ya da köle olarak yaşamaya devam edecekler” diyen ve kendi Kürtlerine mahalle muhtarlığını bile çok gören bir iktidar aklı var. Devasa bir krize dönüşen Kürt meselesinde hala “Kürt meselesi yoktur” gibi bir retorikle baş etmeye çalışan bir akıl bu. Açıkçası barışa, konuşmaya, diyaloğa, tarihsel ortaklığa, kardeşliğe, dostluğa, umuda kayyım atayan bu aklın nasıl bir barış tahayyül ettiğini kimse pek kestiremiyor. Dolasıyla yerel, bölgesel ve küresel risklerin farkında olan, bununla baş etmek için kafası karışık olan bir iktidar ile karşı karşıyayız.
Kürt meselesinin demokratik çözümü ve onurlu barış için henüz kimsenin elinde somut bir plan yok. Oysa barış için disiplin, plan ve süreklilik şart. 1 Ekim hamlesini başlatan iktidarın şu an elinde bunların hiçbirisi yok. İktidarın gündeminde bir plan veya belli bir disiplin olmasa da bir stratejisi var: Kürt hareketini olabildiğince zayıflatmak. Bu strateji sürekli güncelleniyor ve şöyle ilerliyor: Birincisi Kürt halkı ile Kürt hareketinin arasını doksanlardaki devlet jargonuyla açmak ve ilişkiyi zayıflatmak. İkincisi Kürt hareketini kendi içinde “alanlar ve aktörler” bazında ayrıştırarak zayıf ve sonuç almayacak şekilde bir muhataplık kurmak.
DEM Parti’nin de bir stratejisi var: Kürt meselesini onurlu bir barış ile taçlandırmak ve demokratik eşit özgür bir ülkede yaşamın kurucusu olabilmek. Ama DEM Parti’nin de henüz elinde somut bir plan yok. Planlar olmadığı için süreç tepkisel ve reaksiyoner söylemlerle siyasi mevzileri korumaya odaklı yürüyor. Süreci bir yere taşıma arzusu olsa da teorik bilinç ve pratik kapasite hedefe göre hala zayıf. Hazırlıksız olup süreci oluruna bırakarak gelişigüzel yönetmenin riskleri ise fazlasıyla büyük.
Sonuç olarak; süreç barışa evrilmekte zorlanıyor, kayyım atamaları süreci tamamen baltalamaya ve demokratik siyaseti dizayn etmeye yönelik bir araç olarak kullanılıyor. Şuna alışmamalıyız: Bir taraftan kayyımlar atanırken, tutuklamalar ve daha kötü senaryolar devreye girerken; diğer taraftan barış görüşmelerinin sürmesi gibi çelişkili ve dünya deneyimleri referans alınarak sürdürülen süreçlerin tekrar etmesinin önü alınabilmeli; bu yöntemler değişebilir. Eğer bir süreç yürüyecekse bu süreç daha adil ve daha insani olabilir, olmalıdır da.
Hakeza bir taraftan toplumun açlık, yoksulluk, karamsarlık, bağımlı madde kullanımı, gelecek sorunu, göç, sürgün, eğitim, sağlık ve barınma sorunları; diğer taraftan eşitlik-özgürlük, KHK zulmü gibi sorunlar… Kayyımlarla, operasyonlarla, kendine göre barış motivasyonuyla süreci uzun bir zamana yayarak, bezdirme tekniği ile irade kırımında ısrar etmek hiçbir sorunu çözemez, aksine fazlasıyla derinleştirir. Zira toplum Sisifos şölenlerinden yoruldu. Bu koşullarda ve bu aşamada toplumsal sorunlara odaklanmakla eş zamanlı olarak barış potansiyelini büyütmenin yolları üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.