Evrenin sınırsızlığı karşısında oldukça sınırlı olan insanlığımız ve bilimsel keşiflerin gösterdiği veriler; evrenin milyarlarca yıllık bir ömre sahip olduğunu ve önünde birkaç milyon ya da bir miyarlık bir zaman diliminin kaldığını göstermektedir. Milyon ve milyarların “cirit attığı” bu zaman arenasında biz insanlar, dünyamızla birlikte zerrecik bile değiliz. Oysa nasıl da burnu büyüktür dev aynasındaki görüntülerimiz! Ama aslında evren karşısında –diyelim ki- bir incir çekirdeği olan dünyamızın içindeki incir çekirdekleriyiz. Peki büyük illüzyon nerede başladı? İncir çekirdeğinin “sonsuz” , içindeki tozcuklar olan bizlerin de “ölümsüz” olduğu yanılsamasına kapılmamıza ne sebebiyet verdi?
1. Nabokov bir kitabında bir arkadaşının fobisinden, “hastalığından” söz eder; kronofobi’den (İngilizce: chronofobi, “zaman-dizin” anlamına gelen “chronolohgia” –Türkçede kronoloji olmuş- aynı kökenden). “Zamanın ilerleyişinden ya da genel olarak zamandan korku duyma hali” olan kronofobiden dolayı arkadaşı, doğumundan önceki aile albümlerine bakıp moral bozukluğu yaşıyormuş; “Doğmamış olmama, yokluğuma rağmen herkesin keyfi neden ve nasıl yerinde!” diye. Öyle ya, fotoğraflar, albümler, onlarda arz-ı endam eden tebessüm, kahkaha ve gülüşler, hüzün, öfke ve çaresizlikler… Belki de bir fotoğrafla başlıyor her şey. Bir fotoğrafın içine doğuyor, orada “var” oluyoruz; muhteşem kavanozlar gibi yan yana dizilmiş olan güleç anne-babalar, hala, teyze, dayı, amca, nene ve dedeler, arkadaş ve dostlar. Ruh ve bedenleriyle gül yüzlü hikayeler olarak fotoğrafa/fotoğrafımıza yerleşmiş aile üyeleri… Biz yokken de varlar oysa, hatta özellikle bizden önce varlar, bizleri bekliyormuş, geleceğimizi, kim ve nasıl olacağımızı biliyormuşçasına… Ya da belki de “arkadaş” haklı, o fotoğraflardaki “hiçliğimiz”, olmamamız onların umurunda bile değildir ve mutlu-mesut yaşamaktadırlar! Ama nasıl oluyorsa, sonra “peydah oluyor” ve sıkış-tıkış fotoğrafta kendimize bir yer bulup yerleşiyoruz ya da fotoğraf ne yapıp ediyorsa bizi; hep oradaymışız gibi içine olarak, bir edebiyet sureti gibi bakışlarımıza, belleğimize ve hayatımıza yerleşiveriyor, hatta kazınıyor! Böylece incir çekirdeğinin milyonda bir’i –diyelim- olan, upuzun, sonsuz sandığımız ömürlerimiz devreye giriyor ve aksilik bu ya! Yine “fotoğraf” başlıyor alarm çanları çalmaya, her şeyin başlatıcısı olan o fotoğraf… Eksiliyoruz! Eksile eksile soluyor fotoğraflar, kanıyor, boşlukta sallanıyor. Çünkü kimin, nasıl başlattığını bilmediğimiz fotoğraftaki illüzyonik suretlerimiz, birer birer kayboluyor ve hangi albüme el atsak kalbimize bir hançer sokuluyor. Çünkü fotoğraf artık “o fotoğraf” değildir. Yüzümüzü güldürmemekte, bir ah’lar diyarı olarak hüzne boğmaktadır bizi kendinden önceki ve kendinden sonraki milyarlarca fotoğraf gibi. Sahi ya “arkadaş” hala muzdarip mi kronofobi’den, “bensiz” dediği fotoğraflara kızıp ağlamakta ya da bize de bulaştırmakta mıdır marazi hallerini? Çünkü merkez sandığımız dünyamız bir incir çekirdeği, evrenin merkezi sandığımız kendimiz ise anlık bir varoluş olayıdır nihayetinde. Evrenin milyarlarca zamanlık “zamanı” karşısında sadece bir şimşek çakımıyız büyük fotoğrafta; bu yüzden kısacıktır; aslında tek bir an’dır varoluş ve varoluştaki fotoğrafımız. Ama gecenin bu sessiz saatlerinde ne kronofobik’im ne de fotoğraf. Çünkü an itibariyle idrak ediyorum ki, “biz nöronlarımızın tanrısı/tanrıçası, evrenin de nöronlarıyız.”* Bu nedenle hep var olduk ve var olacağız milyarlarca enerji ve formlarla dönüşmüş olarak. Fotoğraf, sadece bir illüzyon.
* José Rodrigues Dos Santos, “Tanrı’nın Formülü”, Çev: Cem Demirkan, Pegasus Yayınları