İnsanın ayakları üzerinde durarak, sesi söze dönüştürmesi, çar anasıra anlam yüklemesi süreci aynı zamanda hakikat ve özgürlük arayışının başladığı süreçtir. Bu süreci kimlik kazanma süreci olarak da tanımlayabiliriz. İnsanın içinde yaşadığı dünyaya anlam yüklemesi, bu anlam içerisinde kendine yer edinmesi, arayışa girmesi kimlik kazanmasını ifade eder.
İnsanın çar anasırı gözlemlemesi, bunlarla ilişki geliştirmesi, yaşamındaki etkisini anlamaya çalışması süreci, kendisine, topluma ve doğaya ait bilgi üretmesi anlamına geliyor. İnsan doğadaki olayları, değişimi, dönüşümü, evrenin ve doğanın işleyiş kanunlarını kavradıkça kendini de bilmeye başlar; “kendini bilen” insana dönüşür. Özellikle kontrol edemediği ya da işleyiş kanunlarını kavrayamadığı olayların, varlıkların yaşamdaki etkisini araştırması, kavramaya çalışması bilgi üretim sürecini de başlatmıştır.
Evreni ve doğayı anlama süreci kutsallık sürecidir. Ayrım yapmaksızın yaşama etki eden birçok şeye kutsallık atfedilmiştir. Bu kutsallık bir iktidar aracı olmaktan ziyade toplumsallıkla ilişkili bir durumdur. Bütün kainatı canlı olarak görmesi, kendisini kainat ile özdeş tutması süreci Animist anlayışa karşılık gelmektedir. Evrendeki cümle varlık canlıdır, bir ruha sahiptir, sürekli yenilenme, varlığını devam ettirme anlayışı etrafında bir kimlik oluşturulmuştur. Bu anlayış esasında yaşamın dişil bir formda olduğu manasına gelir ki, bu özellik kendinden var eden kadın ile özdeştir. Doğal olarak bu kimlik oluşturma arayışı aynı zamanda bir inanç oluşturma anlamına da geliyor. Diyebiliriz ki, inanç insanın çok sonradan ihtiyaca binayen inşa ettiği bir kimlik olmaktan ziyade, insanın evrenle olan ilişki diyalektiği içerisinde anlam kazanmış, şekillenmiş düşünce biçimidir. İnanca yaklaşımın ve toplumsal varoluş sürecindeki yerinin bilince çıkarılması hakikat ve özgürlük arayışının ideolojik kimliğinin kavranması anlamına gelir.
Bütün kainatın canlı olduğuna inanmak, yaşam tarzını bu anlayışa göre düzenlemek bir felsefedir. İnanç, insanlaşma ve toplumsallaşma süreci ile birebir bağlantılıdır. İnancın çeşitli sembol, simge ve ritüellerle form kazanması hali, kendine ait bir dilin, hafızanın oluşturulması din olarak kabul edilir. Hiyerarşik, devletçi yapı ortaya çıkıncaya kadar inanç ve din hakikat arayışında başvurulan bir yöntemdir.
Özellikle sistemsel kriz ve kaos halinin derinliğine yaşandığı; ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal alt oluşların, tekçiliğin yaşandığı yerlerde insanların inanca veya dinciliğe yönelmesinin nedenlerini anlamak için inancın iktidarlaşması sürecini kavramak önemlidir. Hiyerarşik, sınıflı, devletçi uygarlık rıza toplumu değerlerine karşı bir sapmadır. Otorite, hiyerarşi ve iktidar denilen olgulara rıza toplumu inancında yer yoktur. İktidar alanı; eril, tekçi, otoriter, hiyerarşik, devletçi alandır. Bu bakımdan inanca ait toplumsal değerleri; sevgi, saygı, bilgelik, paylaşım, dayanışma, iyi, doğru, güzel, hak, adalet, çeşitliliğin birliği…. gibi değerlere kendi varlığının devamı için yeni anlamlar yükler. Bir nevi inancın sömürgeleştirilmesi anlayışı söz konusudur.
İnancın, dinselleşerek zamanla bir iktidar aygıtı haline gelmesi hiyerarşik devletçi sistemin genişlemesi anlamına gelir. İktidarın genişlemesi, eril zihniyetin yaygınlaşması demektir, bunun sonucunda kimliklerin çatıştırılması söz konusu olur. Bu süreç dinin ahlaktan koparılarak, topluma karşı bir silah olarak kullanılması olarak tanımlanan dinciliğin temelini oluşturur. Dinin iktidar aygıtının en güçlü ideolojisi olarak, zamana ve mekana uyarlanan en güçlü, kullanışlı araca dönüştüğünü, iz bıraktığını görmekteyiz.
Günümüzün en önemli çelişkilerinden birisi iktidarın, dinciliği örgütleyerek toplum üzerinde bir tahakküm aracı haline getirmesidir. İktidarın tahakkümünden kurtulmak, ayakta kalmak, toplumsal aidiyet duygusunu güçlendirmek, iktidara ortak olmak için gittikçe dinciliğe yöneldiği görülmektedir. Özellikle Cumhuriyet modernitesinin inşasında dinciliğin, “ötekilere” karşı asimilasyon aracının en güçlü ideolojisi olduğunu net olarak görmekteyiz. Köktendincilik sadece İslam dinine ait bir ideoloji değildir; hegemonik güçlerin genişlemesine karşı hakikat ve özgürlük arayışı hangi mekanda olmuşsa dincilik orada görünür olmuştur.
Bir asimilasyon ve genişleme aracı haline getirilen dincilik ideolojisi, kapitalist modernist krizin derinleşmesi, tekçi zihniyetlerin tıkanması, küresel düzeyde finans – kapitalin çökme noktasına gelmesi süreçleriyle doğru orantılıdır. Esasında devletleşme sürecinde zulme uğrayanların, devlet dışı kalmış, bazen devlete rağmen varlığını devam ettiren rıza toplumu süreklerinin varlık alanı olan tarikatlar, dergahlar, cemaatler, ocaklar zamanla iktidarın en güçlü ideolojik mekânları haline geldiler.
Anayasal söylemde “seküler ve laik” olan Türkiye’de, söz konusu Aleviler ve Kürtler olunca “Türk-Müslümanlığı”nın güçlü bir ideoloji haline geldiğini görmekteyiz. Etnik, kültürel, mezhepsel farklılıkların demokratik talepleri söz konusu olduğunda sistem “resmi dincilik” ile güçlü bir şekilde ittifak halinde oldu. Özellikle 12 Eylül darbesi ile beraber Türkiye’de sol, sosyalist gruplara karşı Türk-Müslüman dinciliği örgütlenirken, bu Müslümanlığın Kürtlerin arasında karşılık bulmayacağını bilen resmi ideoloji, Kürtlerin demokrasi mücadelesini etkisiz hale getirmek için “dinciliğe” alan açarak bu amaca hizmet eden cemaatleri, dergahları destekledi. Kürtlerin demokratik zeminde verdiği mücadeleyi etkisiz hale getirmek için “dinciliğin” nasıl desteklediğini; binlerce Alevi çocuğunun yatılı Kuran kurslarına gönderilmesi, Alevi köylerine zorla cami yaptırılmasına baktığımızda görmekteyiz. Eskiden Fethullah, şimdi ise Menzil cemaatini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bu mana ile “Türkiye laiktir, laik kalacak” söylemi bir slogandan ibarettir.