16 Şubat 1999 günüydü, sabah saatlerinde bütün televizyonlarda bir haber yayınlanıyordu. O tarihlerde başbakan olan Bülent Ecevit, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın, Türkiye’ye getirildiğini söylüyordu. Tabii bu haber karşısında bütün bir coğrafyada şaşkınlık vardı. Öncesinde olan olaylar nedeniyle bir takım gelişmeler olabilir düşüncesi vardı ama bu kadarı beklenmiyordu.
O sabah erkenden haberi alır almaz Bayrampaşa Cezaevi’ne gittim, oradaki mahpuslarla görüşmeye. Kürt mahpusların hepsi şaşkınlardı. Kimse ne yapacağını bilmiyordu ve herkes kaygılıydı. Bizler avukatlar olarak da aslında ilk günlerde ne yapacağımızı bilmez durumdaydık. Çünkü ilk günlerden itibaren büyük olaylar, şiddet gösterileri başlamıştı. Öyle ki sokaklarda insanlar linç ediliyor, sloganlar atarak insanlar yürüyor, büyük şiddet gösterilerine gebe bir ortam yaşanıyordu. O tarihlerde Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı ve bizler Kürt avukatlar olarak Kürt mahpusların davalarına sürekli gidiyorduk. Bunu gazetecilerin ve özellikle DGM muhabirlerinin hepsi biliyor ve bizleri yakından tanıyorlardı. Gazeteciler tarafından her gün aranmaya başlandık. Soru şuydu: Abdullah Öcalan yakalandı, avukatlığını alacak mısınız? Henüz kimse bir araya gelmemişti ve hiçbir şey konuşulmamıştı. Ama herkesin kafasında, “nasıl başlayacak”, “nasıl bir araya geleceğiz” düşüncesi artık yer almaya başlamıştı.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin beşinci günüydü. Gece geç saatlere doğru telefonum çaldı. Arayan Osman Baydemir’di. “Buluşalım mı, hemen gelebilir misin?” dedi.
Bana bir adres verdi, o güne kadar hiç gitmediğimiz Beyoğlu’nda lüks bir restoran adresiydi bu. Şaşırdım, “acaba niye buraya çağırıyor?” dedim. Sonra sanırım tanınmadığımız bir yere çağırıyor diye düşündüm ve gittim. Osman’la tek bir şey konuştuk. Bana sadece şunu sordu; “var mısın?” dedi. Ben de “varım” dedim. Ertesi gün arkadaşlarımızı toplantıya çağırdık ve ilk 12 avukat olarak Öcalan’ın avukatlığını almaya karar verdik.
Yedinci gündü ve bizler 12 avukat olarak İstanbul DGM Savcılığı’na, Ankara’ya gönderilmek üzere, bir dilekçe sunmak üzere gittik. Savcının odasına 3 kişi girdik. Savcıya, “biz Abdullah Öcalan’ın vekilleriyiz ve onunla görüşmek için talepte bulunuyoruz, ayrıca dosyasına da vekalet sunacağız” dedik. Savcı, birdenbire oturduğu sandalyeden önce düşecek gibi oldu, sonra kalkarak odanın içinde bir o tarafa, bir o tarafa yürümeye başladı, çok sinirliydi. Aslında, ‘bu nasıl bir cesaret’ diyordu sanıyorum, en azından mimiklerinden biz onu anlıyorduk. Daha sonra fırlatır gibi elimize dilekçemizi verdi, “gidin, yukarıdan bunun havalesini yaptırın” dedi. Biz işlemleri tamamladıktan sonra dışarıya çıktık. Kapının önünde baktık ki o güne kadar hiçbir açıklamamızı haber yapmak istemeyen bütün basın organları kapının önünde, bizi bekliyorlardı. Önce, çok garip sorular sormaya başladılar, daha sonra biz soruların düzeltilmesini ve doğru sorulmasını talep ettik. Bunun üzerine, sırf bizleri konuşturmak için soruları bizim istediğimiz gibi sormaya başladılar ve cevaplar verildi. Daha sonra herkes evlerine dağıldı, ben önce İnsan Hakları Derneği’ne gittim.
Öylesine korkunç bir süreçti ki her yerde ölüm kokusu vardı. Çünkü gerçekten de yukarıda da belirttiğim gibi insanlar sokaklarda linç edildi, sokaklarda silahlı insanlar dolaşıyordu, tehdit naraları atıyorlardı, gazetelerde korkunç başlıklar atılıyordu, adeta nefret açıkça örgütleniyordu. İnsan Hakları Derneği’ne gittiğimizde ise bazı arkadaşların bize gerçekten çok kızdığını, işte siz nasıl bunu yaparsınız, derneği kapattıracaksınız gibi kaygılandıklarını gördük ve çok üzüldük ve kırıldık.
O tarihten sonra, bütün gazetelerde bizlerin aleyhine yazılar yazılmaya başlandı. Bu arada avukat sayımız giderek çoğalıyordu. Her kesimden Kürt avukatlar görüşleri ne olursa olsun bizi arıyorlar ve “biz de avukatı olmak istiyoruz” diyorlardı. Gerçekten garip bir süreçti. Bir taraftan şiddet örgütleniyor, bir taftan da Kürtlerin birbiriyle dayanışması, göz yaşartacak boyutlardaydı.
Aleyhimize, o kadar şiddeti körükleyici yazılar yazıldı ki daha sonra bir gün Taha Akyol -sanıyorum devletin kendi kararıyla- Milliyet gazetesinde bir yazı yazdı ve bizlerin avukat olduğumuzu ve herkesi savunabileceğimizi, bunun meslek görevi olduğunu dile getirerek ortalığı yumuşatmaya çalıştı.
Arkasından İmralı’ya gidiş gelişler başladı. Osman Baydemir ve ben İHD Eş Genel Başkanları olduğumuz için İmralı’ya gitmedik, o dönem derneğin kararıyla ancak avukat arkadaşlarımız gitmeye başladı ve bir süre sonra da tecrit ilk defa kendisini gösterdi. Hiçbir gerekçe yokken İmralı’ya gidiş gelişler engelleniyordu ve o dönmelerde avukatlara sunulan tek gerekçe koster bozuk oluyordu. Başka bir araç temin edebilirsiniz dediğimizde ise, başka araç yok, koster bozuk gidemezsiniz deniyordu.
Yani bugün, İmralı Cezaevi’ndeki tecrit çok ağır boyutlarda devam ediyor ama şunu bilmek gerekir ki bu tecrit yeni değil. İmralı Cezaevi’nde ilk günden bu yana zaman zaman şiddeti artan tecrit yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Kaldı ki İmralı Cezaevi’nde sadece Abdullah Öcalan yok, başka mahpuslar da var. Onlar da hiçbir yasaya uymayacak şekilde aileleri ve avukatlarıyla yıllardır görüşemiyorlar.
Bu durum tamamen Türkiye’nin bir hukuk devleti olamayışı ile ilgili. Çünkü Türkiye’de bir hükümlü mahpusun ailesiyle ve avukatlarıyla nasıl görüşeceği yasalarda açıkça bellidir, ancak Öcalan söz konusu olduğunda maalesef Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi iç hukukunu da uygulamıyor.
Aslında İmralı Cezaevi’ndeki tecridi, sadece bir cezaevindeki izolasyan politikası olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu tamamıyla Kürt sorununun yaşandığı durum ile ilgili. Daha doğrusu devletin Kürt politikasıyla ilgili, kararlarını ortaya çıkaran bir durum. Şu anda bir çözümsüzlük politikası devam ediyor. O nedenle de İmralı’da tecrit devam ediyor ve ağır bir şekilde devam ediyor.
Hiç unutmayalım ki aynı devlet aklı “Barış Süreci” adı verilen süreci devam ettirirken Öcalan’la hem avukatları hem siyasetçiler rahatça görüşmeler yapabiliyorlardı. Bu da ortaya çıkarıyor ki İmralı’daki tecrit devletin tamamen kendi Kürt politikası ile ilgili bir durum.
Devlet, hukuku, karşısındaki şahsa göre uygulamaya devam ederken, kendilerine muhalifim diyen birçok yapı da bu hukuksuzluğu dile getirmeye maalesef ya çekiniyor ya da devletten farklı düşünmedikleri için suskun kalıyorlar. Oysa ortada büyük bir hukuksuzluk var. İnsan Hakları Derneği olarak da sadece Kürt sorununa çözüm olmasının önemi açısından, öneminin büyüklüğü açısından İmralı Cezaevi’ne defalarca gitme talebinde bulunduk. Ama bugüne kadar bizlerin de bu talepleri kabul edilmedi.
Devlet aklı 90’lar aklına dönmüş durumda. 90’lardaki çözümsüzlük ve şiddet politikası ayrıca güvenlik tedbirleri bugün de esas olarak Kürt sorununun temelini oluşturuyor. Maalesef ki bu sorunun çözümünde henüz devlet güçlerinin bir adım atma niyetleri de yok.
Ancak böyle bir niyetin oluşabilmesi, Kürt sorununun gerçekten barışçıl bir biçimde çözülmesi, çatışma ortamının bitmesi, insanların evlerine dönebilmesi, kimsenin çocuğu için endişe etmemesi için gerçekten bir barışçıl ortam gerekiyor. Bu nedenle de coğrafyadaki muhalifim diyen kesimlere de büyük görevler düşüyor.
*Tecrit hakkında konuşmanın suç sayılmaya çalışıldığı bu zamanlarda, ÖHD olarak haftalık yazı yayınladığımız Savunmanın Sözü köşesinde tecrit serisi oluşturmaya karar verdik. ‘İmralı tecridi ve tarihçe’ serinin üçüncü yazısıdır.