Yerel yönetimlerde çeyrek yüzyıldır, merkezi hükümette ise 17 yıldır iktidar olan AKP “kültür alanında iktidar olamadık” itirafında bulunuyorsa bunun siyasal iklim, gündelik hayat ve eğitimle bir ilişkisi olmalı.
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Biliyorsunuz, siyasal iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz siyasî iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” deyişi ile AKP tabanındaki bilgi eksikliği ve dindar aydınların kültür üretimindeki sınırlılığın farkında olduğu görülüyor. Erdoğan ayrıca imam hatip liselerine olan ilginin artmasını ve okullarda Kuran-ı Kerim ya da Siyer-i Nebi gibi derslerin okutulmasını sevindirici gelişmeler olarak kaydetmekle birlikte bunların yeterli olmadığını söylemişti. Bu nedenle gerek üniversiteler ve gerekse ilk ve ortaöğretim kurumlarında reform adı altında birbiri ardına dizilmiş paketler, kültürel iktidara ilişkin arzu akışlarının sonucu olmalı.
“2023 Eğitim Vizyonu ve “Ortaöğretim Tasarımı”nı incelerken kültürün nasıl bir oluş içinde olduğu, kültürel iktidarın mümkün olup olmadığı, sağ ve soldaki aydınların kültür üretimi konusundaki yönelimleri, kanaatleri, kültürel çoraklaşmaya karşın ne yapılabileceği merak ettiğim konular oldu. Kültür üreticisi olmanın olanaklarını ve gündelik hayatı sarmalayan kültür/kültürsüzlüğün karşısında mütevazı hayatlarımızda neler yapabileceğimiz gibi konular zihnimi uzun süre meşgul etti. Nihayetinde ulaştığım bir sonuç var: yerli ve milli bir kültürü tanımlamak da ve buradan kültürel bir iktidar çıkarmak da imkânsız. Neden mi?
Yeni yaşamın oluş halindeki kültürü bağlamında bu sorunun yanıtını, bu yazı dizisinde sorguluyorum: kültürün hangi koşullarda oluştuğu (1), iktidar ve hegemonya ile ilişkisi (2) dini referans alan aydınların AKP ve kültür üretimine dair görüşleri (3), AKP’nin kültürel iktidar olamayışına sol (laik) aydınların yaklaşımı (4), entelektüel kategorisinin ne olduğu (5) ve 2023 Eğitim Vizyonunun yaşam tarzı ve kültür üretimine katkı imkânı (6). Bu sorulara ilişkin güncel yanıtlar bulmak amacıyla sosyal medyada dolaşan iki röportajdan büyük ölçüde yararlandım. Bu röportajların kamuoyunun gündemine girmesi ve yaşam tarzı ve kültür üretimine ilişkin tartışmaların devam etmesi gerekliliğine inanıyorum.
Kültür: Yaşam Tarzımız
Geniş anlamda kültür, sabah kalktığımız andan itibaren kahvaltıyı kimin hazırladığı, softayı kimin kurup kaldırdığı, ne yenilip ne içildiği, kahvaltının anlamı ile ilişkidir. İşimiz ya da işsizliğimiz, işe nasıl gittiğimiz, işimizi nasıl bir sorumluluk anlayışı içinde yaptığımız, işsizlik deneyimimiz de kültürle bağlantılıdır. Kültür, sanat ve spor faaliyetlerine katılıp katılmadığımız, dinle ilişkimiz ya da ondan özerk oluşumuz, evdeki kütüphanemiz, kütüphanemize ve çocuklarımıza sansür uygulayıp uygulamadığımız, geçmişimiz, hayatımızdaki insanlara, özellikle çocuklara ve yaşlılara nasıl davrandığımız, başka ülkelerle ilişkimiz, başka hayatlarla ya da siyasetle ilişkimiz vb. uğraşılarımızla ilişkilidir kültür.
Tüm bunlar milyonlarca yaşam tarzını ortaya koyuyor. Aslında tüm bu edimsellikler hayatımızla ilgili sorguladığımız şu sorularla ilgili? Bir birey olarak nasıl yaşayabilirim? Hangi toplumsal ilişkiler içinde olabilirim? Nasıl bir emek süreci içinde çalışabilirim? Teknoloji ile nasıl bir ilişki kurabilirim? Doğa ile nasıl ilişkilenebilirim? Hangi zihinsel ve simgesel tasarımlar içinde olabilirim? Bu kültürün en geniş tanımı, yani son tahlilde yaşama tarzımız.
Kültür: Söz, Yazı, Resim ve Diğer yollarla Kültür Üretimi
Kültürün dar anlamda kavrayışı ise kültür üretimi ile ilgili. Belli bir kültür içinde yetişen şairler, yazarlar, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, performans sanatçıları, düşünce insanlarının öznellik üretimleri ile ilgili. Sanat ve düşünce insanlarının ürettiği imgelerin malzemeleri sesler, renkler, çizgiler, harfler, basit devinimler ya da eylemlerdir.[1] Kültür üretimi, insanların yeni öznellik üretimlerinde canlılığı, çeşitliliği, derinliği, ürettiği imgeleri diğer mahallelere ulaştırma gücünü anlatıyor. Sözlerle, seslerle, renklerle, bedenin devinimi ile (dans) nesnelere biçim vererek, yeni öznellik üretiminin sonsuz yollarını bulmak, bunun olanaklarını yaratmak demek kültür üretimi. Kültür üretmek edilgin olmayı dışlıyor, bireyi/bireyleri etkin olmaya itiyor: emekle, disiplinle, sabırla, inatla, etkin bir yaşam uğraşısı içinde olma hali kültür üretimi. Tıpkı iktidar ilişkileri gibi kültür ve kültür üretimi de bizleri sarmalına alan şeyler.
Özetle kültür üretimi, bir kültürün içinde yeşererek düşünce ve pek çok sanat dalında yapıtlar ortaya koyma edimselliği olarak görülebilir. Kuşkusuz burada eserin sadece mahallesine seslenmesi yetmez, ötekilerce tanınıp değerli görülmesi eserin gücünü artırır. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun gibi dünya ustalarının yetişmesi ya da güncel örnek isimler olarak Fatih Akın, Orhan Pamuk ve Fazıl Say’ın dünyaya seslenebilmesi kültür üretiminin gücünü ortaya koyar. Efe Murat Balıkçıoğlu’nun ifadesiyle “kültürel iktidar ancak kendi bahçenden çıkabilecek gücü bulduğunda etkisini göstermeye başlar; başka bahçelerdeki birikime kucak açarak, bundan mutluluk ve gurur duyarak…”[2]
Ne var ki yaşam tarzımızı seçmede özgür olmak istesek de elimiz ve kolumuzun bağlı olduğu anlar bir hayli fazla. Kapitalizmin aksiyomatiği içinde çalışmak zorundayız, ortaya çıkan metaların üreticisi ve tüketicisiyiz, reklamların, aksiyomların çizdiği gündelik hayat akışlarının takipçisiyiz. Bu hayatın içinde kaçış çizgileri de öreriz kuşkusuz, bu da kültürümüzün, yaşam tarzımızın bir parçası haline gelebilir. Öte yandan devlet kodları yakamızı bırakmaz. Düşüncelerimizin, düşlerimizin, iyiye dair tahayyüllerimizin, eylemlerimizin kodlanmak istendiğini hissederiz; iktidar ilişkileri bizi sarmalamıştır, yine kaçış çizgileri örebiliriz, farklanıp yeni öznellikler üretebiliriz. Peki ya yakın çevremizin, mahallelilerin, komşuların beklentileri? Bu beklentilere uygun davranabiliriz, ancak bunlar bir mahalle baskısı haline dönüştüğünde karşı çıkar, kaçar, arzularımızın ve farkımızın karşılık bulması için direniriz.
Kültür Olarak Habitus
Bourdieu, kültür olarak habitusu özellikle tercihler, beğeniler, siyasi kanaatler, dil, bedenin kendisiyle ilgili yaşam tarzları olarak geniş bir kapsamda ele alıyor. Bireyler, yani eyleyiciler, özel bir tarihin olduğu kadar kolektif bir tarihin de ürünüdürler ve düşünce kategorileri, algı şemaları, değerleri sistemi, toplumsal yapıların etkisi altındadır. Bourdieu, Marksizmden farklı olarak sermayeyi, ekonomik, kültürel, toplumsal ya da simgesel olsun bütün iktidar biçimlerini ele alacak biçimde kullanıyor. Sosyal sermaye, az çok kurumsallaşmış olan, karşılıklı arkadaşlık ve tanıma ilişkileriyle kurulmuş dayanıklı bir ağ ile ilintili gerçek veya potansiyel kaynakların toplamıdır. Kültürel sermaye sözel beceri, genel kültürel farklılık, estetik tercihler ve eğitim gibi geniş çeşitlilik gösteren olanakları kapsıyor. Bourdieu, eğitim sermayesinin, statünün belirlenmesinde oynamaya başladığı role büyük önem veriyor.[3] Bourdieu’nun kuramı, ortaya koyduğu iktidar ilişkileri ile aynı toplumun içinde belli benzerlikler taşısa bile çok çeşitli habituslara işaret ediyor. Kuşkusuz bu habituslar ister istemez etkileşim içindeler.
Kültürel Devinim ve Dönüşüm Kaçınılmaz
Nevin Yıldız, kültüre dair anlamı, Georg Simmel’in yaklaşımında buluyor. Simmel’in insana dair şeyleri hayat ve form olarak ikiye ayırıyor. Hayat, salt biyolojik düzeyin ötesine geçip tin düzeyine geliştiğinde, diyor Simmel, tin de kültür düzeyine yükseldiğinden bir iç çatışma ortaya çıkar.” Hayat, insanın biyolojik yaşamına dair her şeydir. Form ise onun yaratıcı hareketinden türeyen ifade biçimlerine, yani kültüre denk gelir. Meyvesi kültür olan bu çatışma öyle bir kez olup bitmez, aksine hayat forma hep tehdittir; form hayatı bir kalıpta tutmaya çalışırken, hayat da kendi akışı içinde formu dağıtmaya adaydır. İşte, dönüşüm veya devinim dediğimiz şey tam da bu minvalde çıkar ortaya, bu minvalde işin içine ideoloji karışır, kültür politikaları girer, siyasal iktidarların hayata dair tahayyülleri bulaşır.[4]
Kültürü kendinde bir varlık olarak tanımlamak güç. Bütünlüklü bir Alman kültüründen, Türk kültüründen, Kürt kültüründen ya da Müslüman kültüründen söz edilebilir mi? Hangi Almanlar, Türkler ya da Müslümanlardan söz ediyoruz? Kültürün sınıfsal, toplumsal cinsiyete ilişkin, etnik, dinsel, siyasal işaretleri olduğu açık. Ayrıca bir bireyin nasıl yaşayabileceğine ilişkin kendi söz, karar ve irademiz de var. Öte yandan kültürü bir süreklilik, değişim ve melezlenme süreci olarak kavrıyor Murat Çankaya,[5] “kültürümüz” olarak adlandırdıklarımızın önemli bir bölümü, “öteki” kültürlerle temaslar sonucu oluşmuş, dönüşmüş ve muhtemeldir ki bir zamanlar birilerinin “icat”, “züppelik”, “yabancılık” ithamlarına maruz kalmış değil midir?” Ancak bir gün, “şimdi oluşmakta olan”a doğru geriye bakıp ona “kültürümüz” demeyecek miyiz?” Kültürel dönüşümün zorunluluğuna işaret eden Belge’ye göre “Kültür”e “özcü” (“essentialist”) bir bakış” doğru değildir.[6]
Kültür geniş anlamda bir yaşama tarzı. Bir kitle ya da topluluk kültüründen söz ediyoruz, ne var ki bu kitle ya da topluluğun somut ürünleri öznellik üretimleri düşün ve sanat insanlarında somutlaşıyor ve daha görünür oluyor. Anlaşılan o ki kültür bir oluş, bir ilişkisellik, diyalektik bir süreç. Bu bağlamda kültür sabit bir kendiliği anlatmıyor, dönüşüm, devinim ve fark ile birlikte üretiliyor. Öte yandan kültür, insan ve doğa ile karşılaşmayı ve ilişkilenmeyi gerektirdiği için ister istemez bir karılma ve melezleşme ile ilerliyor. Bir birey gibi, kültür de etkin bireyler ve çeşitli insan gruplarının karşılaşmaları, ilişkileri, olumlama ve olumsuzlamaları ile bir oluş, dolayısıyla bir süreç olarak anlaşılmak durumunda.
Kültür oluşumunu aynılaştırmak ve bitmeyen bir tekrara mahkûm etmek mümkün değil. Yerli ve milli bir kültür, muhafazakâr bir evde bile aynılık yaratmaz. Bunun örneğini Selçuk Orhan veriyor ve yazar muhafazakârların çocuklarını nasıl yetiştirdiği konusundaki gözlemlerini paylaşıyor bir röportajında.[7] Bir siyasal hareketin topluma ne yapacağını anlamak için çocuklarına ne yaptığına bakmak gerekiyor: kültürel yalıtma, güçlü bir sansür sistemi, karşıt görüş ile tartışmama, tartışma kültürünü yok etme. Bugün Türkiye’de yaşadığımız bu değil mi? Orhan’a göre, özellikle 1980’ler ve 1990’larda İslamcı kesimde çocukluktan başlayarak bir kültürel yalıtma gerçekleşirdi; buna imkân bulmak adına cemaatler kendi okullarını, kendi yurtlarını yarattı örneğin, hatta aile içinde bile okunacak kitaplar bir çeşit sansür sisteminden geçerdi. Benzer yaklaşım hâlâ sürmüyor mu? Nurettin Yıldız, açıkça “Ateistlerle tartışmayın” diyor. Orhan’a göre, böyle yapılarak sağ kendi çocuklarından kopuyor, onlara değer aktaramıyor, özellikle orta sınıf aileler kendi çocukları üstünde denetimi yitiriyor. Dikkat edilirse, sosyal medyada alternatif görüşlere sahip ilahiyatçıların sayısı giderek artıyor. Orhan’ın çok etkili biçimde ifade ettiği gibi “Kapalı bir ortam içinde gerçeklik algısı da bulanır.” Tamamen kapalı bir hayat sürmek de mümkün değildir.
[1] Özgür Taburoğlu, 2013, Resim, Söz ve Yazı İmge Yaratmanın ve Bozmanın Yolları, Ankara: DOĞUBATI Yayınları, s.18.
[2] https://t24.com.tr/k24/yazi/turkiye-de-kulturel-iktidar-sagda-mi,2271A
[3] Sevinç Doğan (2017) Mahalledeki AKP Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma. Üçüncü Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s.107.
[4] https://t24.com.tr/k24/yazi/guzel-sureyya,2261
[5] https://t24.com.tr/k24/yazi/prospero-ile-taliban,2263
[6] https://t24.com.tr/k24/yazi/murat-belge,2260
[7] https://t24.com.tr/k24/yazi/ideallerden-ihtiraslara-kurulamayan-kulturel-iktidar, 2277.