Toplumsal güçler, halka karşı savaş açan sermaye ve iktidarın yönelimlerine kendi durdukları yerden zorunlu ihtiyaçlarını elde etmeye çalışarak cevap veriyor. İktidarın propagandistleri, halkın farklı biçimlere bürünen hak arama arayışlarını “ülkede kargaşa çıkarmaya çalışan dış güçlerin oyunları” direnişçileri de “iç düşmanlar” olarak yaftalayıp devlet terörünün hedefi haline getiriyor. Açık ki iktidarda kalabilmek için uyguladıkları teröre meşruiyet üretmeye çalışıyorlar.
Sermayenin dayattığı neo liberal soyguna karşı çıkan ve işten atılmamak, ücretini yükseltmek, iş bulmak ..vd. için mücadele eden her işçi “iç düşmandır!”
Yetmiyor, köleleştirilmeye karşı çıkan kadınlar, doğa yıkımına karşı çıkıp toprağını, suyunu, ormanını, dağını, taşını koruyanlar, inancını ve bir halk olarak özgürce yaşama hakkını savunanlar, laikler, savaşlara karşı barışı dayatanlar…vd., hepsi “iç düşmandır!”
Evet, öyle isteniyor ki, toplumsal yaşamın akışı sadece sermayenin kendisini büyütmeye odaklanmış hareketini destekleyeceği ve mevcut despotik devletin varlığını sürdürebileceği bir yapıda olsun! Herkes, hepimiz sermayenin ve devletin daha da büyüyüp güçlenerek bizi daha fazla sömürüp ezebilmesi için çalışalım!
Ne ki, egemenler istedikleri kadar yüklenip boğmaya çalışsın, halk nefes alabilmek için çırpınır. Üstelik sadece nefes almakla da yetinmez, özgür ve refah içinde yaşayacağı bir yeni toplumsallığı umut eder, parmak uçlarıyla yoklayarak öyle bir toplumsallığı keşfetmeye çalışır.
Aynı duruma başka bir açıdan bakarsak, toplumsal güçlerin sistemle iç içe geçen, bazen siyasal alanla doğrudan ilişkilenen kimi zaman da siyasete hiç “bulaşmayan” ama esasında en “apolitik” halinde bile yine de son tahlilde “politik” olan direnişleri, topluma dayatılan sermaye odaklı totalitarizme karşı halkın farklı biçimlere bürünen “var olma” ve “insanca yaşama” arayışlarıdır.
Sermayenin totalitarizmi dayatması ve ona karşı halkın özgür ve demokratik bir yaşam arayışı, toplumsal yaşamın birbirine zıt yönlerde hareket eden iç hareketleridir. Birbirleriyle bir sarmaşık gibi sarmaş dolaş olarak bir arada var olur bu zıt yönlerdeki hareketler ve doğal olarak süreklileşmiş bir itiş kakış hatta kimi momentlerde savaş/“iç savaş” söz konusudur.
Halkın hareketleri sadece “hak kazanma” amaçlı değildir; aynı zamanda, sistemin mevcut işleyişinin ürettiklerine karşı, alternatif üretim, tüketim, doğayla ilişki, cinsler arası ilişki, adalet, sanat, kültür, iletişim, barınma, sağlık, ulaşım..vb tutumlarının keşfedilip savunularak toplumsal meşruiyete kavuşturulması çabasıdır. Kazanımlar yerel yönetimlerde ya da en gelişmiş haliyle semtlerden işyerlerine dek kurulabilecek özgür halk inisiyatiflerinde fiilen inşa edilebilir, edilmelidir.
Toplumsal devrim, işte tam da bu alanda sürüp giden mücadelede halk güçlerinin hareketlerinin kazandığı inisiyatifin bilinç, güç, irade ve savaşma kertelerinde kendisini var etme ve var oluşunu sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir düzen verdiği kapitalist toplumsallığa dayatma çabasıdır
Belli bir anda olup bitecek bir durum değil, sürekli olarak akacak bir toplumsal süreçtir.
Üstelik işçi sınıfı devrimcilerinin hedeflediği yeni toplumun inşası sadece günümüzün iktidar ve sömürü yapılarından değil, on bin yıldır süren “medeniyet” içinde yaşanan farklı egemenlik biçimlerinden günümüze uzanan yapılaşmış egemen geleneklerden de bir kopuşu gereksindiği için, toplumsal devrim, olası bir “siyasal” devrimden sonra da sürüp gitmesi gereken bir mücadele alanıdır. O, tarih içinde farklı egemenlik biçimlerinin ürettiği toplumsal alışkanlıklardan bir büyük tarihsel kopuş ve henüz keşfedilmemiş geleceğe doğru atılan tarih-kuran yapıcı adımlardır, yıkıcı ve yapıcı nitelikleri aynı anda kendisinde barındırır.
Siyasal devrim
Siyasal devrim, sermayenin devlet odaklı egemenlik kurumsallaşmasının etrafındaki mücadelelerin içinden çıkıp gelir.
Sermaye kendi ihtiyaçlarının ürettiği kendisine ait rasyonel tutumları doğallaştırıp toplumsallaştırmaya, toplumu sadece kendisinin gelişeceği bir alan konumuna indirgeyip bütünüyle kendisine içermeye çalışırken; aynı zamanda, kendisinin koruyucusu olan devletinin bekasını/varlığının sürekliliğini sağlayabilmek için onun egemenlik alanını toplumun hücrelerine dek yaymaya ve temelini toplumun mümkün olan en derin noktalarına yerleştirmeye çalışır. Devlet, sürekli gelişip güçlenmesi ve yetkinleşmesi gereken bir egemenlik aygıtı olarak sürekli olarak yenilenir, daha hassas daha dakik davranma kapasitesi kazanması için çabalanır.
Devlet, günümüzde finans kapital odaklı bir egemenlik yapısı olduğu için, kendisi dışında başka hiçbir siyasi duruşun olmaması yönünde davranmaya eğilimlidir; evet, bu hedefe tam olarak ulaşması zordur hatta imkânsızdır, ama sürekli olarak bu hedefe ulaşmaya çabalar.
Toplumsal yaşamın içindeki farklı sınıflar ve zümreler, devletin içinde kendisine alan açarak egemenlikten pay kapmak ya da ihtiyaçlarını kısmen de olsa karşılayabilmek amacıyla mücadele eder. İşçi sınıfı ise, kendi siyasal egemenlik aygıtını kurmak amacıyla mücadele eder. İşçi sınıfının mücadelesi başarılı olursa, sermayenin egemenlik aygıtı tasfiye olur, demokratik ve sosyal bir devletin inşasına başlanır.
İşçi sınıfı devrimcileri olan komünistler, siyasal mücadelede mevcut sermaye devletini tasfiye ederek iktidarı ele geçirmeyi hedefler. Bu gerçek, 20. yüzyılda toplumsal ve siyasal mücadelelerin belirli bir “anda” patlayarak sermayenin egemenlik aygıtını parçalaması biçiminde yaşandı. O kısa “an” öncesinde yine “kısa” süren “ikili iktidar” durumları oluştu.
“İkili iktidar” durumunda sermaye hala egemendi ama egemenliği sarsılıyordu, işçi sınıfı ve müttefikleri ise fiilen iktidarlaşıyordu. Hasımlar hassas ve kalıcı olmayan bir dengede tutunuyordu. O “kısa” anın belli bir noktasında sermayenin egemenlik aygıtının çözülmesi ve hamle yapan işçi sınıfı ve müttefiklerinin kendi iktidarını kurması/devrim yaşanıyordu.
Günümüzde, “önceki yüzyılın” vurguladığımız biçiminin gerçekleşmesi olasılığı halen potansiyel bir güç olarak var olmakla birlikte, aynı zamanda başka bir olasılığın daha kendisini var etmeye çalıştığını saptayabiliriz.
Bir egemenlik aygıtı olarak devletler, bilimsel teknolojik devrimler çağında kendisini yetkinleştirip olağanüstü kapasiteler kazanmıştır ve o kapasiteler sayesinde çözülüşünün bir yıkımla sonuçlanmasını erteleyebilmektedir. Toplumsal meşruiyetini kaybetse de, istihbarat teknikleriyle beslenip binbir biçime bürünen devlet şiddetiyle toplumun isyanını bastırabilen devletler, cehennemde yaşamayı dayattıkları toplumları yönetmeye devam edebilmektedir.
Bu noktada, günümüzün devrimci-komünistleri bu zeminde gerçekleşebilecek özel durumlara, yani “kısa” değil “uzun” süren ikili iktidar olasılığına hazırlıklı olmalı, stratejik-taktik duruşlarına böylesi bir kapasiteyi de katmalıdır.
Devrimlerin iç içeliği
Toplumsal ve siyasal devrimler farklı yapılarda farklı kulvarlardan ilerleseler de, birbirlerini destekleyip güçlendirebildikleri bir ortak yapısallık içinde yerleşebilirlerse en güçlü konuma yerleşip kalıcı kazanımlar elde edebilirler. Onlar zaten fiilen ortak bir alanda birbirleriyle ilişkilenerek hatta kimi zaman iç içe geçerek var olurlar, ama gereken bu alanın bütün zenginliği ve karmaşasıyla bilincine varılması ve hedefe doğru örgütlenip yönlendirilmesidir.
Toplumsal devrim süreci, halk güçlerinin özneleşmesine destek olur, sermaye egemenliğinin toplumsal alandaki meşruiyet kanallarını kesip atar ve sermayenin rasyonellerine karşı onlarla uyumsuz özgür-bağımsız toplumsal duruşlar inşa eder. Bu durum, siyasal devrimin hem önünü açar hem de siyasal iktidar ele geçirilince ona hızla uyum sağlayıp iktidarlaşacak özel bir toplumsal alanı inşa etmiş olur.
Siyasal devrim ise, şayet başarılı olursa toplumsal devrimin akışının hızlanması ve derinlik kazanması için ön açıp kolaylıklar sağlar.
Ayrıca, henüz gerçekleşmediği durumlardaki sırf bir hedef olarak varlığıyla bile, siyasal devrim farklı toplumsal mücadeleleri ortak bir hedefe yönlendirerek dağılmalarını engeller, kazanımların sistem tarafından içerilemeyecek sistem karşıtı içerikler kazanmasına yardımcı olur ve onları ortaklaştırarak daha kalıcı kazanımlar elde edilmesinin önünü açar.
Demokratik Cumhuriyet!
Günümüz koşullarında devrimin somutlaşması demokratik ve anti-kapitalist yönelimlerin iç içe geçtiği bir sürecin içinden çıkıp gelecektir.
Bir sistem olarak kapitalizmin güncel açmazlarının ürettiği “ekolojik yıkıma karşı doğayla uyum”, “yeryüzündeki toplumsal yaşamın içinde bir kanser hücresi olarak yayılan işsizliğe karşı herkese çalışma hakkı”, “emperyalist savaş politikalarına karşı barış” gibi toplumsal talepler, mevcut gerçekliğin bu alanlarda ürettiği felaketlerin içinde çırpınan toplumun ertelenemez anti-kapitalist talepleridir.
Öte yandan, daha kuruluşunda “halksız” olmayı bilinçlice tercih edip kendisini halka dayatan ve üstelik kapitalizm öncesi antika sermaye güçlerini tasfiye etmek bir yana modern sermayeyle ortaklaştıran özel bir egemenlik sistemi olarak kendisini gerçekleşen bir Cumhuriyetin içinde mücadele ediyoruz.
Kendisini böylesi “kısır” ve “boğucu” bir cumhuriyetle sonuçlandıran yerel burjuva devriminin kötürümleştirip boğarak çözümsüz bıraktığı demokratik görevler, günümüzün devrimci sürecinin çözmesi gereken sorun alanlarını belirlemiştir. Laiklikten inançlara ve farklı halkların/ulusların kendilerini özgürce ifade etmelerine uzanan oldukça geniş bir alanın içinde yer alan demokratik görevler vardır.
İşte, günümüzün devrim süreci, demokratik ve anti-kapitalist yönelimlerin birbirleriyle iç içe geçerek sürecin akışında birbirlerini etkiledikleri ve bu etkileşim üzerinden devrimci süreci yapılandırdıkları bir gerçekliktir.
İkinci olarak, devrimin, özellikle de Kürt dinamiğinin etkisiyle, ulusal coğrafyadan bölgeye yayılma potansiyeli vardır ve bu potansiyel zaman aktıkça güç kazanmaktadır.
Üstelik, sadece Kürt sorunu değil, kapitalizmin gelişmesinin ulaştığı güncel seviyede yerli sermayenin hegemonya kuracağı bölgesel pazar ve ucuz işgücü talebini karşılamak için devletin Orta Doğu ve Kafkaslarda yaptığı açılımların yarattığı bölgeyle iç içe geçme süreci de, bölge halklarının kaderiyle ortaklaşma yönünde özel bir ivme vermektedir.
Üçüncüsü, devrimin küreselleşme zorunluluğudur. Anti-kapitalist dinamikler, sözgelimi ekolojik mücadele ya da barış hareketi, yerelle sınırlanması yapısal olarak imkansız olan ve bölgesel ve küresel açılımlar/ittifaklarla yürütülebilecek mücadelelerdir.
İşte, halkçı-demokratik ve anti-kapitalist ihtiyaçların demokratik bir anayasada kendisine anayasal statü kazandığı demokratik bir cumhuriyet, bu ihtiyaçların karşılanmasının önünü açacaktır. Sürecin nereye doğru akacağı, demokratik cumhuriyetin içinde yaşanacak mücadeleler tarafından belirlenecektir. Devrimci-komünistler elbette demokratik cumhuriyeti doğrudan sosyalizmin inşasına başlama fırsatı olarak değerlendireceklerdir.
Zamanın baskısı
İçinde olduğumuz toplumsal gerçekliğin yarattığı somut-tarihsel hareketleri beğenmeyerek ya da küçümseyerek “dışarda” steril bir alanda konumlanıp protestocu parlak nutuklar çekmek zavallıca bir tutumdur.
Böylesi bir tutum, şayet sistemin kendisine dayattığı açmazların içinde çırpınan bireylerin dünyanın felaketler üreterek akan güncelliğinden paniğe kapılarak “durdurun dünyayı, nefes almak istiyorum!” benzeri bir çığlığıysa gayet anlaşılır bir yardım çağrısıdır, hatta iyimser bakışla politikleşme yönünde bir ilk adım olarak da görülebilir.
Terry Eagleton (mealen aktarıyorum) diş doktorlarının son zamanlardaki artışının çene ağrılarının güncel koşulların yarattığı stresle bağını kuruyor ve son derece sınıfsal bir durum olduğunu vurguluyor. İşte her şey bazen mesela çene ağrısıyla başlar, sonra öncü politik öznenin desteği ağrıyı doğuran stresin sebebi üzerine düşünmemizin önünü açar ve süreç politikleşmeye doğru gider, gidebilir.
Ancak, güncelliğin gittikçe anaforlaşan karmaşasına boylu boyunca dalmak yerine, steril bir ortama çekilip gereken hazırlıkları yaparak olası bir devrim anının koşullarının oluşmasını beklemek, ki kimi “komünistlerimiz” çok açıkça ve övünerek böyle bir tutumu savunuyor, zavallılıktır, düşkünlüktür.
Emin olabiliriz ki, o beklenen an kendi fırtınalarıyla geldiği zaman da aynı steril tutumun devamı için yeni gerekçeler bulunacaktır, yeter ki prens ve prenseslerimizin paçaları temiz kalsın!
Günümüzün tarihsel moment olma gerçekliği, güncelliğe her tarafından binbir biçime bürünerek müdahale etmeyi, o süreçte paçalarımızın çamura bulanmasını göze almayı, felakete doğru gidişi durdurabilecek “imdat frenini” çekmek için her fırsatı kullanmayı talep ediyor. Sınıf mücadelesinin nesnel zemini doğa ve toplumdur ve her ikisi de sermayenin saldırısı altında çürüyüp çökerek felaketler üretiyor; durum acildir, zamanın baskısı altındayız.
Güç ilişkilerinde ulus, bölge ve küresel düzeyde mevzilenmek, öylesi mevzilenmelerin gereksindiği gücü kazanabilmek için uygun ittifaklar kurmak, hem günler hatta saatler düzeyinde mevcut kaotik güncelliğe devrimci irade dayatırken hem de ani toplumsal patlamalara hazır olmak ve olası kaosa ona uygun biçimde müdahale edebilecek irade yoğunlaşması ve savaşçılık kapasitesine sahip olmak günümüzün acil görevidir.
Gelecek yazıda gerçekleşmeyen bir devrimci olasılık olan Emek ve Özgürlük İttifakı’na ve Kürt Hareketi’nin sorumluluklarına değinmek istiyorum.