Murat Çakır
2007’de büyük umutlarla kurulan ve komünistlerden sosyalistlere, farklı mücadele alanlarındaki aktivistlerden sendikacılara ve barış hareketi temsilcilerine kadar geniş bir yelpazeyi çatısı altında toplayan Alman Die Linke partisinde sular durulmuyor. Nitekim Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin Modrow hükümetinde Ekonomi Bakanı olarak görev yapan Christa Luft’un partiden istifasının ardından tartışmalar yeniden alevlendi. Zaten bizzat Hans Modrow parti yönetimine yazdığı bir mektupta partinin elindeki “son şanstan” bahsediyordu. Son gelişmeler bu “son şansın” da heba edileceğine işaret ediyor.
Almanya’daki farklı sol-sosyalist güçleri ilk kez ülke çapında bir araya getirerek başlangıçta önemli seçim başarıları elde eden partinin en azından “kendisini kartal zanneden tavuk gibi” dolaştığı günler çoktan geride kaldı. 2021 seçimlerinde baraj altında kalan, ama üç seçim bölgesini kazanarak Federal Parlamento’ya girme hakkını elde eden parti, bugün salt kendisiyle uğraşan, gündelik politikalarıyla kendi parti programını çiğneyen ve boğazına kadar parlamenter kretenizme batmış bir görünüm sergiliyor.
Halbuki hâlâ yürürlükte olan ve “milyarlarca insanın yaşam perspektifini kâr çıkarlarının belirlediği ve ülkelerin umutlarının ve geleceğinin sömürü, savaşlar ve emperyalizmle yok edilmeye çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz” tespitini yapan Erfurt Programı, partinin “demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet ve enternasyonalizm için; barış, doğanın korunması ve kurtuluş için; sermaye egemenliğine karşı kapitalizmi aşmak amacıyla mücadele ettiğini” söylüyordu. Nihâyetinde bu program Die Linke’yi barışın ve sosyalizmin partisi olarak farklı toplumsal kesimler için umut hâline getirmişti.
Partinin kurucu üyelerinden birisi olarak henüz kuruluş aşamasında Die Linke’nin bir sınıf partisi olmadığını, ancak reformist sol parti sıfatıyla Almanya ve Avrupa’daki barış hareketine, sosyal ve demokratik hakların gelişimine katkıda bulunabilecek, dolayısıyla antiemperyalist ve antifaşist pozisyonlarıyla “başka bir dünya” mücadelesine destek çıkacak bir siyasi formasyon olabileceğini iddia ediyorduk. Ne yazık ki sadece birkaç sene içerisinde bu iddiamızın büyük bir yanılgı olduğunu kabul etmek zorunda kaldık.
Christa Luft istifasıyla tutarlı bir tavır aldı. Die Linke içerisinde hiçbir etkinliği kalmayan Hans Modrow ve partinin İhtiyarlar Meclisi ise “Partiyi temel hedefleri hasta yatağında kapitalizme yardımcı olmak isteyenlere bırakmamalıyız. Biz bu sistemi iyileştirmek değil, aşmak istiyoruz” diyerek hâlâ umut taşıdıklarını gösterdiler. Ancak bu umutların da boşa çıkacağını görmek için müneccim olmaya gerek yok. ABD ve NATO’nun savaş politikalarını onaylayan, karşı devrime direnen sosyalist Küba’yı “diktatörlük” diye nitelendiren, enternasyonalizmi “insan haklarına” indirgeyen, tekelci burjuvazinin ülkenin genlerine yerleştirdiği antikomünizmi paylaşan ve parti aparatını elinde tutan hükümet sosyalistlerinin bu umutları boşa çıkaracak basireti (!) göstereceklerinden şüphe duymamak lazım.
Karl Marx ve Friedrich Engels sosyalist toplumun barışçıl parlamenter araçlarla inşa edilebileceği inancını “bu sosyalist hareketin, zaman kaybına yol açacak ve gerici güçlere gelişip güçlenme olanakları verecek uğursuz bir illüzyonudur” diye değerlendirmişlerdi. Sahiden de parlamenter kretenizm sosyalist harekete bulaşan ve tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olarak tarihte defalarca karşımıza çıkmıştır.
Günümüzde ise bu hastalığın Almanya’daki reformist toplumsal ve siyasi solunu esaret altına aldığını görmekteyiz. Tarihimizde yeterince kretenist illüzyonistlere, fırsatçı ve faydacı savaş taraftarlarına, “kartal olmaya özenen tavuk” kadar dahi olamayan teslimiyetçilere ve hükümet ortağı olabilmek için varoluşunu yalanlayan “tatlı su solcularına” rastlamak zorunda kaldık. Maalesef emperyalizme iliştirilmiş bir sosyalizme tarihin meşum bir tekrarı olarak bir kez daha tanık olmaktayız.