Devlet yönetimi, deyim yerindeyse pul pul dökülüyor, ekonomik ve siyasal kriz almış başını gidiyor. Açlık ve yoksulluk diz boyu. Salgından dolayı insanlar büyük bir tedirginlik yaşıyor. Komşu komşusuna selam veremez olmuş. Fakat iktidardakiler ezberlenmiş bir biçimde güllük gülistanlık bir tablo çiziyor, çizmeye çalışıyor. ‘Alem ahmak, bir biz akıllı’ misali her gün topluma açık açık yalan söyleniyor. ‘Büyük devlet- büyük millet naraları atılıyor’ ama söylenenler ile gerçekler birbirini tutmayınca doğal bir tepki gelişiyor ve bu her geçen gün büyüyor.
Kars’ta yaşanan son örnek bu durumu çok iyi açıklıyor. Seçilmiş belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen geçerli hiçbir sebep yokken gözaltına alındı, ardından tutuklandı. Bilgen, tutuklanır tutuklanmaz yerine gasp memuru olarak kayyum atandı. Gelen kayyum ilk iş olarak Fetih namazı kılıp, meclisi feshetti ve görevine başladı. İktidar olup biteni hukuki gerekçelerle açıklamaya çalışsa da, ne muhalefet ne de kendi tabanları bunlara itibar etti. Kars’tan yansıdığı kadarıyla bırakalım HDP’lileri, belediyenin gasp edilmesine onay veren neredeyse yok. İktidara oy veren seçmenler bile belediyeye el koyma yönteminin HDP’yi güçlendirdiğini düşünüyor. Fakat anlaşılan, bu genel kanaat iktidardakileri pek ilgilendirmiyor. Bir süredir dünya onların etrafında döndüğü için olsa gerek, bu yorumlara-değerlendirmelere kulakları kapalı.
Şüphesiz, Kars’ta yaşanan hadise, iktidarın bir süredir izlediği politika ile doğrudan bağlantılı. Yani Kars’a özgü-özel bir uygulama söz konusu değil. Her yerde ne yapılıyorsa, burada da aynısı yapılmış oluyor. İktidarın politikalarına yön veren iki altın kural burada da işliyor. Buna göre bir: Atılan adımdan, alınan karardan geri dönüş olmayacaktır; iki: Eğer böyle bir ihtimal mevcut ise, o halde en olmazı dayatıp, olura rıza gösterilecektir. Dikkat edelim, AKP-MHP iktidarının içerdeki uygulamalarında birinci kural işlemektedir. Asla ve asla geri adım atılmamaktadır (İstanbul Sözleşmesi’ni dışında tutmak gerekir. Bu konu ayrıca değerlendirilmeyi gerektirmektedir). Herhangi bir siyasal politik mevzuda bir adım atılmış, bir konuda karar verilmiş ise, her türlü çatışma-kriz göze alınmakta ve o karar uygulanmaktadır. Ülke dışında ise ikinci kural devrededir. Gerek Irak ve Suriye gerekse de Libya ve Doğu Akdeniz meselelerinde işleyen kural budur. Önce her türlü zor aracı devreye konularak bir alana fiili müdahale edilip buna paralel en üst perdeden söylemlerde bulunulmakta; sonra ise gerçeklerle yüzleşmenin vermiş olduğu ‘dinginlikle’ talep çıtası düşürülüp en azla yetinilmektedir. Irak’ta Musul ve Kerkük’ten söz edip sonrasında Haftanin’de tutunmaya çalışanlar bunlardır. Suriye’de ahaliyi Emevi Camii’nde namaz kılmaya davet eden fakat şimdilerde çeteler eliyle işgal ettiği alanlarda gün sayanlar yine bunlardır. Libya’da, Doğu Akdeniz’de ilk günlerde söylenenlerle, geldiğimiz aşamada dile getirilenler arasında uçurumlar vardır. İktidardakiler her ne kadar bu gerçekleri gizlemeye çalışsalar da sahadan yansıyanları görmezden gelmek mümkün değildir. Bugünlerin moda deyimiyle gerçekler kendini dışa vuruyor.
Peki! Tümüyle deşifre olan, her haliyle yalan- yanlış olduğu açığa çıkan bu politikayı değiştirme yönünde iktidarın bir arayışı var mıdır? Böylesi bir irade söz konusu mudur? Belli ki hayır. AKP-MHP iktidarı, çokça değerlendirildiği üzere artık bir halk desteğine-iktidarda kalacak kadar- sahip olmadığını bilmektedir. Muhalefetin sık sık dile getirdiği bu gerçeği, kendileri de gün be gün görmekte, fark etmektedirler. Hal böyle olunca iki seçenekle yüz yüze gelmekteler: Ya gerçeklerle yüzleşip, bunu kabul edecek ve halkın tercihine razı olacaklar ya da karşıtlık üzerine kurulu politikaya ağırlık vererek kendi tabanlarını konsolide etmeye devam edecekler.
Bugün daha fazla görülüyor ki, AKP-MHP iktidarı birincisini yapacak cesaret ve basirete sahip olmadığından ikinci yola başvurmaktadır. Yani meşru yollardan ayakta durmanın koşulları yok ise- ki yoktur- o halde gayrı meşru yollara başvurup koltuğunu koruma esas alınmaktadır. Elbette ki, bunu yaparken açıktan demokratik yol ve yöntemlerin devre dışı bırakıldığı söylenmemektedir (Hatta en fazla demokrasiden, hukuktan bu dönemde bahsedilmektedir), Fakat pratikte demokrasi de, hukuk da rafa kaldırılmaktadır. Demokratik bir rejimden, hukuk devletinden söz etmek abesle iştigaldir. Varsa yoksa tek adam rejimi ve onun geleceğidir. O halde şu gerçeği tekrar etmekte yarar vardır: İktidar bir dönüşüm geçirecek ne güce ne de isteğe sahiptir. İç (HDP’ye dönük saldırılar) ve dış politikadaki uygulamalar (Azerbaycan-Ermenistan savaşına müdahil olma biçimi) var olan siyasetin devam edeceğine işarettir. Olması gereken, daha fazla zaman kaybetmeden ve büyük acılar yaşamadan sürece müdahil olma ve demokratik bir rejimi hep birlikte inşa etmektir. Unutmayalım ki, halkın düşmanları bugün her zamankinden daha zayıftır.