Sağımızda, solumuzda, gerimizde, trende, otobüste, her an karşımıza çıkıyorlar. Bir makinanın dişlisinden çıkmışçasına birbirine benziyor. Hepsi şiddete eğilimli, hepsi kadın düşmanı, hepsi yabancı düşmanı, hepsi iş kotarmanın peşinde, hepsi homofobik ve küfürbaz…
Doğan Amed
Zihin, tüm metafizik soruların cevabını kendinde içkin olarak barındıran bir numen, bir başka deyişle “şey” olarak değerlendirilebilir.
İnsan zihni metafizik problemlerin çözümünü çoğu zaman bulamasa da -problemin varoluşu önemli olduğundan- her türlü aşkın meseleyi ele alarak irdelemeye devam etmektedir.
Geçmişe ve tarihe abartılı bir güzelleme yapmadan denebilir ki tarihin uzunca bir dönemi boyunca, evrenin bir parçası, doğanın bir bileşeni olduğunun bilinciyle anlam arayışı içerisinde olan insan, çatallaşan tarih ve bu çatallaşma sonucu ortaya çıkan sınıflaşma ve egemenlikçi uygarlık tarafından esir alınarak anlam arayışına ket vurulmak istenmiştir.
Bu amaçla insan zihni, insanın doğal gelişimi ve evrimi, özellikle iktidar sahipleri tarafından köreltilmiş, hegemonik çıkarlara uygun yeni bir zihin dünyası oluşturulmak istenmiştir. Zira hegemonyanın temel hedefi, siyasi birliğin temelini oluşturacak öznelik biçimlerini üretmektir.
Tarihte çokça sözü edilen Ziguratlar, devasa tapınaklar, saraylar ve kral mezarları hem bu inşanın amacı hem de sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Örneği az bulunur bir vahşet kesintisiz bir biçimde uygulanmıştır.
Bu vahşi uygulamaların en dehşetengiz olanı ise kuşkusuz kültürel soykırım olmuştur ve halen günümüz iktidarları tarafından hızından hiçbir şey kaybetmeden devam ettirilmektedir.
İnsanlık tarihinin görüp görebileceği en vahşi soykırım olan kültürel soykırım ile insan doğası tersine çevrilmiş, karşıtına dönüştürülme programları uygulanmış, bunun için insanlığın ilk günden bu yana yarattığı tüm maddi ve manevi değerler; ahlak, sanat, estetik, yaratım, üretim, adalet, barış, eşitlik, hümanizma, sevgi, iyilik, paylaşım ve bölüşüm ayaklar altına alınmıştır. Toplumsal bir varlık olan insan, toplumsallığından koparılarak, tanımlanamayan kimliksiz bir varlık haline getirilmek istenmiştir. Denebilir ki toplumu bir arada tutan kurumsallık yerle bir edilmiştir.
Tarihin tüm debdebeli kral ve imparatorlukları, dağılan-dağıtılan toplumun bu kurumsallıkları üzerinde kendini inşa etmiş, su dolu tası kendi toprakları için kullanmış, bununla kendi zihin ve “kültür” dünyalarını inşa etmişlerdir.
Elbette ki buna karşı büyük savaşlar, büyük mücadeleler verilmiş; bir yandan toplumsallığını korumak isteyen insanlık, öte yandan ise insan türünü denetim almak isteyen iktidar odakları arasında muazzam bir çatışma yaşanmıştır.
“Ben kimim, varlığımın amacı ne?” soruları yoğunlaşarak devam etmiş, sonsuz bir anlam arayışı hiç durmamıştır. Din, Felsefe, İdeoloji, Sanat, Ahlak çağ ve dönemler değişse de, insan/lık hiç durmadan bu sorulara cevap aramış ve arayışı hiç bitmemiştir.
Halen de sürmekte olan bu çatışmanın nereye evrileceği konusunda net bir şey belirtmek mümkün olmasa da bildiğimiz tek şey; toplumsallığını korumak isteyen insanın bu değerlerden kolay kolay vazgeçmeyeceği ve ne pahasına olursa olsun bunun için mücadeleye devam edeceğidir.
Kuşkusuz ki mücadele somut alanlar üzerinde olmaktadır; dil, bu somutluğun başlıca alanıdır. Çünkü asıl kazanım bu dilin, dolayısıyla zihniyetin egemen olmasıyla olabilecektir. Bu anlamıyla mücadele hayatın her alanında yürütülmekte ve dil bunun başlıca aracı olmaktadır.
Dil, bir yandan zihniyeti dışa vururken, öte yandan ise, zihniyete alan açma, onu meşru kılma, zihniyeti hâkim kılma aracıdır. Dilini en çok geliştiren, onu topluma hâkim kılan, kendi zihniyetini ve ideolojisini de hâkim kılmış olacaktır.
Bu anlamda denilebilir ki son beş bin yıllık tarih, çeşitli nüansları olsa da temelde iki dil, iki zihniyet, iki üslup açığa çıkarmış ve bu dillerin birbiriyle amansız mücadelelerine tanık olmuştur.
Peki, Dil Nedir?
“Dil kavramı kültür kavramıyla sıkıca bağlantılı olup, dar anlamda esas olarak kültür alanının başat unsurudur. Dili dar anlamıyla kültür olarak tanımlamak da mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak, estetik, duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir…”
İşte tam da burada, dilin zihinle, zihniyetle ilişkisine bakmak gerekmektedir:
Malum olduğu üzere insan yapıp ettiklerini, düşündüklerini bir şekilde ifade etmek ister. Bu, insan olmanın özelliği ve gereğidir.
Yerleşik hayat ile birlikte dilin evrimi, insanlığın evrimi ile paralel ilerlemiştir. İnsan evrimi sürdükçe ve ilerleme oldukça, dil de evirilmiş, yeni biçim ve içerikler kazanmıştır. Tersi de doğrudur.
Dil geliştikçe, anlamlandırma adlandırıldıkça, insan ve zihniyeti ilerleme kaydetmiştir.
Bu ilerleme ve evrimin her şart altında olumlu olduğunu belirtmek mümkün olmasa da kesintisizliğinden bir şey yitirmemiştir.
Bundan dolayıdır ki insanlık tarihi, bir yanıyla dilin de tarihidir.
Dilin, kendi başına bir şey olmaması; bir yandan zihniyetin dışa vurumu iken, öte yandan zihniyete form ve biçim kazandırması özelliğinden kaynaklanmaktadır. Tüm maddi ve manevi yapısallıkları yani kültürü adlandırması, kendisinin bir kültür haline gelerek, bu adlandırmaların insan maneviyatında olumlu-olumsuz izler bırakması temel özelliğidir. Tarih boyunca, gerek bu yapısallıkları korumak isteyenler ve gerek bunlara hunharca saldıranlar arasında bir mücadele alanı ve aracı haline gelmesine yol açması bu nedenledir.
Egemenlerin-iktidar odaklarının yola çıkarken yeni bir dil yaratmak istemeleri bu nedenledir. Bu dil, yola çıkanların zihniyetine göre şekillenir. Egemenlikçidir, soykırımcıdır, ırkçı ve inkârcıdır daha da ötesi lümpendir.
Bu amaçla İlk darbenin toplumun zihniyetine vurulması, ilk gediğin oradan açılmak istenmesi ve bunun dile dökülmesi hedeflenir.
Hafızasızlaştırma ile işe başlamak, toplumun mevcut hafızasına format atarak yeni bir gerçeklik inşa etmektir. Takip eden aşama geçmişi unutturmak, olmazsa değersizleştirerek eğip bükmektir.
Dilsizlik, dilin mucizesinden kopma, bundan bihaber olarak yaşama, daha kötüsü, yaşadığının dışında bir yaşam olamayacağını sanma ve düşünme-buna düşünme denirse- böyle başladı.
Oluşturulan-oluşturulmak istenen zihniyetin dili çok geçmeden topluma hâkim kılınmaya başlanır. Örneğin milyonlarca insanın ölümü istatistikten sayılırken ve dahi maneviyat, ahlak, estetik, sanat, kültür, paylaşma ve dayanışma, aptallık ve iş bozanlık şeklinde yaftalanır. İnsana, insanın hikâyesine, hayata ve hakikate dair ne varsa, modası geçmiş şeyler diye ötekileştirilir ve insanın hayatından ve dilinden çıkarılır.
Yeni zihniyetin dili
Örgütsüz toplum, üzerinde her tür deneyin uygulanacağı, her tür politikanın hayata geçirileceği, hegemonik iktidar sahiplerinin amele taburlarıdırlar. İçerisinde olduğumuz yüzyılda, bu taburların oluşması-oluşturulması, sürekli ve daim kılınması için tekrar eden krizler ve savaş hali egemen sistemin karakteristik özelliğidir. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında son yüzyılda, oluşturulan ulus devletçiklerin gerek birbirleriyle ve gerekse de kendi sınırları dâhilinde yaşayan halkalara açtıkları savaşlar toplumları tam bir çöküşün eşiğine getirmiş, yolsuzluk ve yoksulluk alabildiğine artmıştır. Yoksulluk ve açlık arttıkça, milliyetçi ve şoven politikalar devreye sokularak, dikkatler başka noktaya çekilmiş, buna karşı çıkanlar vatan haini, devlet düşmanı olarak yaftalanmış, devletlerin resmi kolluk güçleri ve gayri resmi güçleri olan bindirilmiş kıtalar ve paramiliter grupların hedefi haline getirilmişlerdir.
Bu savaşların en önemli özelliği ise toplumu manevi olarak çökertmesi, çürütmesi ve kirletmesidir.
Kirlenme ve çürüme ilk dilde yansımasını gösterir. Kutsallıklar, maneviyat, sanat, estetik, ahlak gibi tüm değer yargıları bir tarafa atılır. Toplumu toplum yapan temel değerler metamorfoza uğrar. Yerine utanması olmayan, yüzü kızarmayan, hiçbir kutsallık tanımayan, fukara bir zihin ve ukala bir dil ikame edilir. İşte adına “Lümpen” denilen kişi, grup ve toplum gerçekliği böyle ortaya çıkarılarak hâkim kılınır.
Sağımızda, solumuzda, gerimizde, trende, otobüste her gün her saat, her an karşımıza çıkıyorlar. Adeta tek bir makinanın dişlisinden çıkmışçasına hepsi birbirine benziyor. Hepsi şiddete eğilimli, hepsi kadın düşmanı, hepsi yabancı düşmanı, hepsi iş kotarmanın peşinde, hepsi homofobik ve küfürbaz….
Yazılı ve görsel medyada afişe olan hırsıza hırsızlık yaptığı için kızmıyorlar, neden kendileri çalamadıkları için kızıyorlar. Yakalanan, deşifre olan taciz ve tecavüzcüye, yaptıklarından dolayı değil, iz bıraktığı için öfkeleniyorlar.
Kartvizitlerinde yazılan “Sağcı”, “Solcu”, “Liberal”, “İslamcı” vb. etiketleri ne olursa olsun, ortak özellikleri ise direnen Kürde düşmanlık yapmak. Kürde, akıl vermekten, had bildirmekten asla geri durmuyorlar. En ılımlıları, beyaz şapkalı efendi edasıyla “empati” kurmaktan söz ediyor. Bu konuda birbirleri ile utanmazlık yarışı içerisine girmekten çekinmiyorlar.
Bu tiplerin bir gece vakti, önlerinin kesilmesinden ödleri patlasa da yol kesen olmak için yapmayacakları şey yoktur. Ancak en büyük korkuları kendileriyle yüzleşmektir. Ayna tutulmasından nefret ediyorlar. Kendilerine ayna tutan, hakkını arayan, haksızlıklar karşısında boyun eğmeyip ses çıkaran, itiraz edenlere düşmanlık ötesine geçerek nefret ve kin besliyorlar. Resmi kolluk güçlerinin ön açması ve yönlendirmesiyle hayâsızca saldırıyorlar. Linç kampanyalarına en ön safta katılıyorlar. Zira dayandıkları ideoloji ve siyaset biçimi bunlara uygun ortam sunuyor, teşvik ediyor ve kışkırtıyor. Güdüleri palazlandırarak, yaşam alanı sunuyor, toplum içerisinde dal budak salmasına yol açıyor.
En veciz ifadesini “dik durma”da bulan bu dil, eril bir dil olarak kendisini yüceltiyor. Utanması olmayan, yüzü kızarmayan, edep ve hayâ tanımayan, tüm hayatını “ötekine” düşmanlık üzerinden kurgulayan tek bir tornadan çıkmış bir tipoloji hayatın her alanına egemen olmak istiyor.
Tüm yaşamını mutfak-tuvalet-yatak odası arasında harcayan, buna engel olduğunu düşündüğü ne varsa yok edilmesi gereken bir düşman olarak gören katışıksız bir nobranlıkla karşı karşıyayız.
Kuşkusuz ki hegemonik ve egemenlikçi iktidarlar olduğu sürece bu dil de her zaman şu veya bu biçimde var olacaktır. Ancak burada sözünü ettiğimiz başka bir şeydir. Bu, dilin günümüzde aldığı biçimdir ve edindiği yeni özelliklerdir. En kötüsü de bu dilin sınıf, toplumsal kesim ve tabaka ayırt etmeksizin tüm toplumda bir norm haline gelmesidir. İnsanı dehşete düşüren, bu dilin toplumun tüm dokularına nüfuz etmiş olmasıdır.
Birazcık dikkat, birazcık gözlem ve birazcık sorgulama bize gösterecektir ki bu dil ve zihniyet, sadece kahve köşeleri ve dolmuşlarda kullanılmıyor. Bu zihniyet ve dile karşı mücadele eden-ettiğini belirten kesimlerde de hızla gelişiyor, yayılıyor, adeta bir norm haline geliyor.
Kaba, nobran, hükümran, ataerkil ve erkek bir dil son hızla yayılıyor, gelişiyor ve toplumun bütün dokularına nüfuz ediyor.
“İktidarın dili, cehaletin iktidarı” bir pandemi olarak toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet ediyor. Sosyal mecralarda, yaşanan polemiklerde, sözde “bilimsel” yazı ve dergilerde, bunu sıkça görebilmek mümkün.
Küfre küfür, hakarete hakaret, şiddete şiddet, eleştiri ve farklılıklara tahammülsüzlük, linç gösterileri, söyleneni anlama zahmetine girmeden, hoşa gitmeyen ne varsa, recm operasyonları çekiliyor.
“Anlam, estetik ve ahlak yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerlerinin sömürgenlerin değerlerinin hammaddesi olarak işlenmesi kaçınılmazdır…”
Yaşanan bir yönüyle budur. İnkârcı ve ırkçı cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak, 12 Eylül ve son 20 yıldır uygulanan politikalar toplumun kurumsal değerlerinin; anlam, estetik, ahlak, zihniyet ve kültürünün darmadağın edilmesini getirmiştir.
Elbette ki buna karşı amansız karşı koyuşlar tarihin her dönemi ve yaşamın her alanında hiç durmamıştır. Sürekli bir direniş sergilenmiş ve bu direniş halen de devam etmektedir. Ancak farkında olunması gereken bir başka husus vardır. Kullandığımız dilde yaşanan benzeşme ve bunun yarattığı tehlikelerdir.
Alternatif her zaman yanı başımızdadır. Var olanı, sunulanı, yapılıp söyleneni kabul etmeme, onu ret etme, başka bir şeyin olduğunu, olabileceğini söyleme ve gerçekleştirmedir. Bunun anlamı, mevcudun doğru olmadığını ve kötü olduğunu dile getirmektir. Bunun için yeni bir dil gerekmektedir. Dilin-dolayısıyla zihniyetin- farklılığı olmadan, gösterilmeden ve bunu hayata geçirip kurumsal hale getirmeden alternatif olmak mümkün müdür? Olmayacağı-olamayacağı aşikâr değil midir? O halde ilk iş dilde olmak zorunda değil midir? Peki, yaşanan ne? Yani alternatifin dili olduğunu söylediğimiz kendi dilimiz ne halde?
Başaramamış olmanın halet-i ruhiyesi midir, çocukluk travması mıdır? Bilinmez. Ancak özgürlük, adalet ve eşitlik arayışçılarının böylesi bir dile kapılmaları izaha muhtaç olmanın yanında, bir an önce terkedilmesi gereken bir husustur. Zira bu hal, hal değildir ve varacağı yerin, iktidarın değirmenine su taşımaktan öte bir faydası olmayacaktır.
Israrla hatırımızda tutmalı ve hiçbir zaman unutmamalıyız. Kullandığımız, kullanacağımız dil hem nasıl bir zihniyete ve hem de nasıl bir kültüre sahip olduğumuzu, olmak istediğimizi belirleyecek ve bizler için turnusol işlevi görecektir.
Bu anlam da yapılması gereken bellidir: Hakikatimizi bulma arayışından asla vazgeçmemek, bu hakikate aşkla tutunmak, bunun dilini ve üslubunu oluşturmaktır. Bunun için yeni keşiflere de gerek yok aslında. Tarih boyunca yaratılan insanlık değerleri, hakikat arayışçılarının dün ve bugün süren mücadeleleri ve oluşturdukları dil, orta yerde duruyor. Sadece bizlerin görmesini bekliyor…