Bundan birkaç ay önce siyasal iktidarın seçim yoluyla geriletilebileceği ihtimali gerçekçi bulunmuyor, bu olasılığı dile getirenler alaya alınıyordu. Referandum “sonuçları” ve seçim prosedürüne dair yeni yasal düzenlemeler, sandığa dair güvensizliği iyiden iyiye pekiştirmiş, iktidarın allem edip kallem edip kazanacağına dair umutsuzluk hâkim olmuştu. Oysa 24 Haziran’a günler kala bu hava bütünüyle tersine dönmüş, iktidarın “gidici” olduğu beklentisi yaygınlaşmıştır. İfratla tefrit arasında gidip gelen bu halet-i ruhiye, bardağın yarısının dolu mu boş mu olduğuna dair beyhude bir tartışmanın değil, Türkiye’deki rejimin karakterine dair kafa karışıklığının sonucudur. Sandıkla rejim arasındaki ilişki meselesi serinkanlılıkla ele alınmayıp iktidara olmadık güçler atfeden “faşizm”, hatta “totaliterlik” tespitleri havada uçuşur hale gelince beklenti ufkundaki bu uçlara savrulma kaçınılmaz olmaktadır.
Oysa sandıktaki başarı, mevcut olağanüstü tipteki rejim açısından tali değil asli bir unsurdur. İnşa halindeki Bonapartist rejim, devleti şefin bedeninde yeniden örgütleme çabasında ezici sandık çoğunluğuna, büyük kalabalıkların liderin idaresinde seferber edilmesine, yani “milli irade” mitine, şefin milli iradenin doğal temsilcisi olduğu varsayımının doğrulanmasına dayanmak zorundadır. Çarpıtılmış da olsa sandığın temel meşruiyet ve güç kaynağı konumunda olduğu, “plebisiter” bir olağanüstü rejim tipiyle karşı karşıyayız. Bu bakımdan söz konusu olan, örneğin orduya ya da paramiliter bir ağa yaslanan, dolayısıyla görece kolay istikrar kazanabilen bir olağanüstü rejim tipi değil.
Alaturka Bonapartizmin temel dayanağı, istikrarlı toplumsal çoğunluğa dayanan “milli iradeyi” temsil iddiasıdır. Devlet içi hizipler arasındaki mücadelede siyasal güçler dengesini kendi lehine çevirmek yolunda “milli iradeye başvurmak”, Erdoğan’ın geçmişte de kullandığı bir yöntemdi. Ancak iktidar blokundaki çatırdama ve rekabetin parlamenter yöntemlerle idare edilebilir olmaktan çıkması ve rejimin Bonapartist çizgilerinin belirginleşmesiyle sandık vurgusu giderek daha agresif hale gelmeye başladı. Başlangıçta merkez sağ geleneğe uygun “çoğunlukçu” söylem radikalleşti, plebisiter seferberliğin kapsama alanı dışındaki kesimlerin düşmanlaştırılması, muhayyel milletin dışına itilmesiyle tanımlanan “iç savaşçı” bir tınıya kavuştu.
Devlete plebisiter kitle mobilizasyonuyla, yani “millet” aracılığıyla ve “millet” adına el koyma stratejisi bir dönem için başarılı oldu. Ancak Bonapartist girişimin bu güçlü olduğu alan, onun yumuşak karnıdır da. Çünkü Bonapartist hizbin, “milletle” olduğu varsayılan bu temsil ilişkisinde oluşacak herhangi bir zaafı telafi edebilecek alternatif bir güç kaynağını (ordu, yaygın paramiliterleşme vs.) devreye sokup sokamayacağı meçhuldür.
İktidar açısından “alternatif güç kaynaklarının” zayıf olduğu koşullarda Reisin “milli iradenin otantik temsilcisi” olduğuna dönük iddiada ortaya çıkacak her zaaf, Bonapartist girişimi istikrarsızlaştırıcı bir etkiye sahip olacaktır. Kitlelerle lider arasındaki “mistik” bağ aracılığıyla “popüler rıza temelinde bir otokrasi” yaratma iddiası, AKP’nin toplumsal çoğunluğu yitirmiş bulunduğunun tescillenmesi durumunda onulmaz yara alacaktır. Zaten iktidarın toplumsal çoğunluğu yitirmekte oluşu, rızanın giderek daha çok açık zor ya da zor tehdidiyle örgütlenmesine yol açmaktadır. Bonapartizmin plebisiter karakteri onun zordan muaf olduğunu değil, tam tersine zorun daha yoğun bir örgütlenmesine muhtaç olduğu anlamına gelmektedir.
24 Haziran’da ne sonuç çıkacağına dair öngörüde bulunmak zor. Ancak tarafların birbirine mutlak bir hâkimiyet kuramadığı bir durumla karşı karşıya kalmamız muhtemeldir. Böyle bir durum, mevcut rejimin “milleti” temsil iddiasında yara alması anlamına gelecektir. Bu yara müstakbel ekonomik buhran koşullarında Bonapartist girişimin destabilize olmasıyla sonuçlanabilir. Muhalefet sınıf içeriği olmayan bir “normalleşme” söyleminde ısrar ederse başka tabii…