Sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu bir düzende, hukuku belirleyen egemenler olduğuna göre anlamsız biçimde “hukuk devleti” veya “hukukun üstünlüğü” yanılsamasına kapılacak değiliz. Aynı şekilde sınıflı devlet yapısının kurumsal ayaklarından biri olan yargının “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” tartışmasına da girmeyeceğiz. Biliyoruz ki egemenler her zaman kendi hukuklarını yaratıp buna uygun işleyişe sahip yargı organlarını devreye sokarak iktidarlarını sürdürürler.
Bir üst yapı kurumu olarak hukukun rolü, tarihsel mücadelelerin akışı içinde elbette ki farklı boyutlar kazanabilir. Burjuva “demokrasi”sinin olduğu varsayılan gelişmiş ülkelerde, yüzlerce yıllık mücadele geleneğinin yarattığı demokratik haklardaki ilerlemenin, yerleşik hukuk uygulamalarında oluşturduğu standartlar nedeniyle, görece bir farklılık -en azından hükümetlere bağlılıkta azalma olsa da- devlete bağlılık noktasında değişen bir şey olmaz.
Egemenlerin egemenliklerini daha incelikli biçimde sürdürmelerine yarayan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin, göstermelik bile olsa lafının edilmediği, hatta tümüyle rafa kaldırıldığı, bütün güçlerin tek partide ve tek bir kişide toplandığı bizdeki gibi diktatörlüklerde ise yargı tümüyle iktidarın emrindedir. Aslında adına “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen bu ucube rejim değişikliği öncesinde de Türkiye’de yargı her zaman siyasi iktidara bağlı bir organ konumundaydı, ancak hiçbir dönem bu kadar büyük bir teslimiyet içinde olmamıştı.
Bu bağlamda yargının siyasallaşması süreci de bilinmedik bir konu değil. Kamu gücünü elinde bulundurarak devlet adına suç işleyenlerin, devletin idari bir birimi olarak gördükleri mahkemeler aracılığıyla her türlü keyfiliği ve hukuksuzluğu gerçekleştirdikleri, hatta siyasi otoritenin kendisinden ne istediğini gayet iyi anlayıp emir ve talimat almadan refleksler vermeye başlayan yargının, artık bir tehdit aracı olmaktan çıkıp doğrudan kendisinin halkın güvenliğine karşı bir tehdit haline geldiği dönemden geçiyoruz.
Geçmişten bugüne özel yetkili mahkemeler
Bu ülkede, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne hep olağanüstü hal rejimleri yaşandı ve devletin konjonktürel ve siyasal ihtiyaçlarına uygun biçimde dönemsel yargılamalar yapıldı. Geçmişte İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi farklı isimlerle varlık gösteren özel yetkili mahkemeler, devletin ideolojik şiddet aygıtları olarak sistem karşıtı güçleri ezmenin, etkisizleştirmenin aracı oldular. Devletin güvenliğini ve statükonun korunmasını her şeyin üstünde sayan özel yetkili mahkemeler, başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, tüm muhalif kesimlere ve halka karşı suç işlemeye devam ediyorlar.
Bugün özel yetkili mahkemeler farklı isimlerle varlığını sürdürürken, 12 Eylül darbe hukukunun bile çok gerisinde uygulamalar yaşanıyor. Belki de hiçbir dönem bu ülkede bugünkü gibi kuralsızlık, keyfilikte sınır tanımayan bir hoyratlık, daha da kötüsü geleceğe dair belirsizlik, bilinemezlik hali yaşanmadı. Her an her şeyin değiştiği, neyin “suç” teşkil edip etmediğinin bilinmediği, daha doğrusu her şeyin “suç” haline geldiği, getirildiği bir dönemdeyiz.
Düşmanla savaş hukukuna göre biçimlendirilen yasal düzenlemelere göre vatandaş, hatta kişi olarak bile kabul edilmeyenlerin (non person) “sanık hakları” da doğallığında yoktur ve özel soruşturma ve yargılama usulleriyle, baştan “suçlu” ilan edilenlerin cezalandırılmasında aleyhe “delil” aranmadığı gibi herhangi bir eylemi, olayı değil de yalnızca siyasi görüşlerinden ötürü kişiyi cezalandıran anlayışla mahkumiyet kararları verilmektedir. Şüphesiz ki bütün bu yargılama-cezalandırma safhasında, bırakalım hukuk mantığını asgari mantık kurallarını bile hiçe sayar nitelikte değerlendirmeler yapılmaktadır.
Yeni boyut
1200’lü yılların başında İngiltere’de imzalanan büyük anlaşma Magna Carta, dönemin kralına karşıdır ve kralın yargı üzerindeki yetkilerini sınırlamaya, kanunlara uymasını sağlamaya, hak ve özgürlükleri genişletmeye dönüktür. Yüzyıllar boyu bütün dünyada, iktidar sahiplerinin yargı üzerindeki doğrudan etkisini, yönlendirme ve denetimini sınırlamak amacıyla Magna Carta’ya başvurulmuştur.
Bu tarihten 800 yıl sonra Türkiye’de, padişahlık özlemi içindeki Erdoğan, bütün erklerin tek elde toplandığı bir rejimi yerleştirerek, artık görünüşte dahi olsa yasama, yürütme, yargı ayrımına son vererek ülkenin de mahkemelerin de tek hakimi olmuştur.
Gelinen aşamada, yargı organlarının zaten objektif olarak devletten bağımsız olamayacağı; adına Hakim ve Savcılar Kurulu (HSK) denilen kurulun, Cumhurbaşkanı tarafından seçilen üyeleriyle hakim ve savcıların özlük haklarından, atama, terfi, sürgün vb. tüm işlemlerinin yürütme eliyle yapıldığı, yerel mahkemelerin işleyişine yön veren Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organları ile Anayasal denetim yapan Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin çoğunluğunun bu ülkedeki her şeyin başı Erdoğan tarafından atandığı bir yargı mekanizmasında her şey iktidar içindir. Bütün bunların dışında ve ötesinde, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL süresince, yargıda görev yapan hakim ve savcıların 4000’den fazlasının, yani üçte birinin işten el çektirilerek açığa alındığı, gözaltına alınıp tutuklandığı bir ülkede yargı mensuplarının nasıl korku ve kaygılar içinde olabileceğini anlamak zor değil.
Hele de bu yargı insanları, evleri ya da işyerleri olan adliyelerde makam odaları basılarak veya duruşma salonlarından yaka paça sürüklenerek gözaltına alınıp, emniyette işkence görmüşlerse, cezaevlerindeki tecrit uygulamalarına dayanamayıp yaşamlarına son vermişlerse, geride kalanlar için hayat çok daha zordur. İktidarın gözden çıkarıp attığı binlerce hakim ve savcının yerine, doğrudan AKP kadrolarını yerleştirmesi, üstelik birikim, tecrübe, liyakat ölçülerini de hiçe sayarak 2 yıllık zorunlu staj süresini bir haftaya düşürüp yargıda cehaleti derinleştirerek, en militan olanlarını da insanların gelecekleri hakkında karar veren ağır ceza mahkemelerine atayarak uyguladığı kadro politikası amacına ulaşmıştır artık.
Bu konuda, yeni oluşturulan ve adına ‘Sulh Ceza Yargıçlığı’ denilen ve “süper hakimler” olarak da anılan olağanüstü yetkilere sahip mahkemelerin, nasıl “özel seçilmiş”lerden oluştuğuna bakmak yeterli olacaktır. Nihayetinde siyasi iktidarla yargı ilişkisinde her şey zoraki biçimlerde dayatılmıyor. Korkunun egemenliği de bir yere kadardır ve bugün için yargının tepesindekiler açısından belirleyici olan daha çok kişisel çıkarlardır. Yargının, özellikle de adına “Yüksek Yargı” denilen organların çürümüşlüğünü ve acizliğini gösteren en çarpıcı örnek Danıştay Başkanı’nın halidir. 2014 yılında, Danıştay’ın kuruluş yıldönümü töreninde, güya yargının bir unsuru olan Barolar Birliği Başkanı’nın yanında değil de onu edepsizlikle, yalancılıkla suçlayıp azarlayan Erdoğan’ın yanında yer alarak ve de karşısında el pençe divan durup utanmazca önünü ilikleyerek, onunla birlikte salonu terkettiğinde anlayamamıştık neler olup bittiğini…
Meselenin özü, devletin başındaki Reis’e kul köle olan bu Yüksek Yargı’nın Yüksek Başkanı’nın, avukat olan kızından başlayarak aile efradını sarayın ve de devlet bürokrasisinin üst mevkilerine yerleştirmesiymiş… Erdoğan’la Karadeniz’de ailecek “çay toplama partisi” yapan, bunu da mutlu mesut tebessümlerle basına poz vererek gösteren, Yüksek Yüksek Yargının, Yüksek Yüksek mensuplarını herkes görmüştür. Toplumsal yaşamı dizayn etme yükümlülüğündeki yargının da Başkanlık Sistemi’ne uygun biçimde yeniden dizaynı gerekmektedir ve mümkün olduğunca sıcak ilişkiler içinde olunmaktadır..
Yine yakın bir tarihte yapılan Adli Yıl açılış töreninde, diğer bir Yüksek Yargı organımız olan Yargıtay, kendi yargı yılını her zamanki gibi kendi mekanında açmak yerine, Beştepe’deki kongre salonunu tercih etti. Yargı tarihi boyunca ilk defa bu geleneğin bozulmasının nedenini soran gazetecilere, Cumhurbaşkanlığı Külliye’sinin genişliğini gerekçe gösteren Yargıtay Başkanı, “Sahibi devlet ve millet olan bu salonda adli yıl açılış töreni yapmamızın nasıl yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını zedeleyeceğini anlamakta zorluk çekmekteyiz…” diyerek, Cumhurbaşkanlığı yargı mekanı ve makamı değilken ve yargısal hiçbir yetkisi yokken, neden oralara kadar gittiğini açıklamaya çalıştı…
Unutmayalım ki bu ülkenin Yüksek Yargı organlarının temsilcileri, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, cübbeleriyle faşist diktatörlüğün kurmaylarının huzuruna çıkarak biat ettiler ve hakim ve savcıların da nasıl milletle beraber “huzur ve güvene” kavuştuğunu belirtme onursuzluğunu gösterdiler. Hatta bununla yetinmeyip, “hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığının teminatı” olarak gördükleri cuntanın başı Kenan Evren’e şükran duygularıyla beraber özel plaketler sundular. Nihayetinde aynı geleneğin devamcıları olarak, ama onlardan daha büyük bir teslimiyetle bugünkü yargı mensupları da aynı yolu izlemekteler..
Yargı pratiği ve toplumsal yaşama etkileri
Bu ülkede egemenlerin halka anlatırken yücelttiği, adeta kutsadığı, bilinmezliklerle dolu bir “yargı” imgesi vardır… Her sıkıştıklarında “konu bağımsız yargıya intikal etmiştir” ya da “ortada bir yargı kararı varken artık tartışamayız” derler… Ne büyük bir manalandırmadır bu; kimsenin karışmadığı, karışamayacağı, dokunulmazlığı olan bir alandan bahsedilir ve zannedilir ki yargı herkesin ve herşeyin üstündedir. Oysaki halka her gün söylenen büyük yalanlardan biridir bu da. Geçmişte işlerine gelmeyince yargı kararını tanımayanlar, artık hep istedikleri gibi kararlar verildiği için yargıyı her şeyin üstünde gösterek halkı kandırmaya devam ediyorlar. Bu açlık ve sömürü düzeninin bekçisi konumundaki mahkemeler ise, büyük talanların, yolsuzluk dosyalarının üstünü örterken, karnını doyurmak için hırsızlık yapmak zorunda kalanlara, kadın cinayetlerine, tecavüze maruz kalan çocuklara, direnen emekçiye, iş cinayetlerine karşı çıkan işçiye karşı vicdanların unutulduğu yerlere dönüşüyorlar.
Bu ülkede yalnızca barış talebini içeren bir bildiriye imza attıkları için binlerce akedemisyen ihraç edilmekle kalmayıp evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı, bazıları da tutuklandı. Bugüne kadar yüzlerce gazeteci ve yazarın görüşlerini ifade ettiği için veya yalnızca yaptıkları haberlerden ötürü tutuklandığı, hatta ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edildikleri biliniyor. Aynı şekilde, bu ülkede yaşayan binlerce insan, herhangi bir suç unsuru içermeyen, kimseye zararı olmayan sosyal medya paylaşımları yüzünden gözaltına alınıp, yüzlercesi tutuklandı ve cezalandırıldı.
Çocuğa ve kadına yönelik taciz, tecavüz ve şiddet uygulamalarına karşı mağdurlardan değil genellikle saldırganlardan yana tavır alan yargı, utanç verici kararlara imza attı. Bu tür davalarda yargının verdiği kararların toplumda yarattığı etki, tamamıyla bu saldırganlığın devam ettirilebileceği yönünde suç işlemeye teşviktir. Evet, toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurarak bütün yaşam alanlarımıza el atan, istediği gibi biçimlendirmeye çalışan, toplumdaki yozlaşmayı, gericileşmeyi, dejenerasyonu artırarak toplumsal dokuyu, ilişkileri çürüten yalnızca siyasi iktidar değil, yargı organları da son yıllarda katlanarak artan bu şiddetin sorumlusudurlar ve bu haliyle halka karşı suç işlemektedirler.
Brunson davası ve yargının yerlerde sürünen hali
Son olarak Brunson davası, Türkiye’de nasıl bir hukuk işleyişine sahip olduğumuzun gözler önüne serilmiş örneklerinden biridir yalnızca. Aynı zamanda tek adam rejimiyle, bağımlı yargı meselesinin ve siyasi amaçlara uygun yargı pratiğinin iç içeliğinin şaşırtıcı olmayan bir örneğidir. Son dönemlerin kokteyl örgüt modasına uygun olarak, Amerikan vatandaşı Rahip Brunson da hem FETÖ, hem PKK örgüt üyesi olduğu ve de casusluk yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Hazırlanan iddianamede hakkında 35 yıl hapis cezası istenilen Brunson, 18 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılarak ev hapsine alınmıştı. Rahip Brunson’un Türk mahkemelerinde yargılanıyor olmasının temel gerekçesi gizli tanıklardı ve bu ülkede binlerce insan, aleyhe başkaca hiçbir “delil” yokken, bir gizli tanığın beyanıyla ya da tek başına bir itirafçının beyanıyla gözaltına alınıp tutuklanmış ve cezalandırılmıştı. Ancak gizli tanık konumundaki bu kişiler son celsede bir anda beyanlarından vazgeçtiler ve “yalancı tanık” konumuna geldiler. Yalancı tanıklık yapmak da bu ülkenin yasalarına göre suç teşkil etmekteydi, fakat dava dosyasını alt üst eden bu ifade değişikliği karşısında hiçbir işlem yapılmadı. Duruşma öncesinde aylarca süren tartışmalar, görüşmeler ve nihayetinde son süreçte Amerika’yla yapılan pazarlıklar sonucu, Zarrab-Halk Bankası dosyalarına karşılık rehin tutulduğu söylenen Brunson serbest bırakıldı… Böylelikle devlet, Amerika’yla ekonomik ve siyasi ilişkilerde yaşanabilecek sorunlar ve uygulanacak yaptırımlardan da kurtulmuş oldu. Devlet yetkililerinin daha önce bas bas bağırarak “casusluğunu”, “kanlı terör örgütleriyle ilişkilerini” anlattıkları ve yargıya havale ettikleri bu mevzuda, yine kendilerinin her defasında önemle belirttikleri gibi “bağımsız yargı” kararını verdi..
Yine, yakın bir tarihte de Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel’in daha önce “gazeteci değil terörist olduğu” ve bırakılmasının mümkün olmadığı Reis tarafından ilan edildikten sonra, Alman Başbakanı Merkel’le yapılan açık pazarlık sonucu apar topar tahliye edilmesi ve daha karar açıklanmadan uçağının hazırlanmış olması gibi bir hikaye de vardı.
Kürtlere ayrımcılık ve sömürge hukuku
Devletin hiddetli yüzünü, şiddetini, otoritesini en çok gösterdiği yer olan Kürdistan, yıllardır sömürgeci bir hukuk anlayışıyla yönetiliyor. Irkçı, şövenist ve militarist bir yaklaşımla uygulamaya konulan bu ayrımcı hukuk işleyişinde, Kürtler her daim “iç düşman” olarak nitelenmekte ve buna uygun müeyyideler getirilmektedir. Bu yüzdendir ki Türkiye’nin batısında askeri darbe dönemleri, sıkıyönetimler ve olağanüstü hal dönemleri sona erse de Kürdistan’da hiç bitmeyen bir olağanüstü hal rejimi vardır. Bu rejimin doğası gereği bir türlü normalleşemeyen bölgede her şey özel savaş politikalarına göre yürütülür.
Kürt özgürlük hareketiyle savaşın yoğunlaştığı bazı dönemlerde, bütün dünyaya açıkça “insan haklarını askıya aldığını” ilan eden devlet, bazı dönemlerde adına “çözüm süreci” dediği aldatmacaya, oyalama sürecine uygun taktiksel adımlar atar. Ama hangi yöntemler devreye sokulursa sokulsun değişmeyen bir şey vardır; Kürtler egemen güçler açısından her daim “tehlikeli” sayılır ve bir biçimde etkisiz hale getirilerek bu tehlikenin bertaraf edilmesi gerekir. Bazı dönemlerde kirli savaş yöntemlerini devreye sokarak işkencelerle, kayıplarla, faili meçhul cinayetlerle fiziken yok etmeye çalıştıkları Kürtleri, o hiç bitmeyen kin, nefret ve öç alma histerisiyle, bazen de siyaseten etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Bugün binlerce Kürt siyasetçinin, seçilmiş onlarca belediye başkanının ve vekilin, özellikle seçim dönemlerinde, yalnızca yasal alanda yürüttükleri faaliyetler ve düşünce açıklamaları nedeniyle tutuklanmış olması bu yüzdendir.