İnsanın bireysel ve endüstriyel tercihlerinin bir sonucu olarak gerçekleştirdiği faaliyetleri nedeniyle dünyadaki yaşamı geri dönülemez noktaya getirdiğine dair uyarılar artık çığlık şeklini almakta. Bu çığlıklar yerini otomatik sirene bırakmadan “biz ne yapıyoruz” sorusu üzerine içtenlikle kafa yorma zamanı. Risk teorisyeni Ulrich Beck, bu eşiğin siyasal ve bilimsel dönüşlülükler üzerinden yükselecek bir düşünümsellikle gerçekleşebileceğine işaret ediyor. Bir şekilde bilimsel hatalardan, yanlış yönlendirmelerden dönülecek, dönülmek zorunda…Bir tarafta yüz akademisyen ortak deklarasyonla iklim değişikliğini durdurmak için adım atılmazsa kıyametin yakın olduğuna dair acil eylem çağrısı yapıyor, diğer tarafta Greta “Bir geleceğimiz yoksa neden okula gidiyoruz?”diye soruyor. Birçok şeyi sırf almak için aldığımızdan mı yoksa ümit etmek ve çaba göstermek arasında bir bağlantı olduğunu unuttuğumuzdan mı bilinmez Greta’nın şu sözleri yüzümüze tokat gibi çarpıyor: “Umuttan önce eylem gelir!”
Sorun şu ki, ortak yol haritası oluşturulup hemen eyleme geçilmezse, istemek ve umut etmek için de artık çok geç olacak… Zira İklim Değişikliği Performans Raporu’nun (2019) sonuçları üç yıl aynı kalan karbondioksit emisyonlarının yeniden tırmanışa geçtiğini gösteriyor. Maalesef küresel ısınmanın bırakın 1,5 dereceyi 2 derecenin altında tutulması için bile dünya genelinde gösterilen çaba düşük. New Climate Enstitüsü’nden Profesör Niklas Höhne’ye göre 3 derecenin üstünde bir ısınma ise felaket demek! İlginç olan, dünya genelinde rüzgar ve güneş enerjisiyle üretilen enerji fiyatları üçte bir oranında düşmüşken dahi iklim tartışmalarına fosil yakıt sahibi ülkelerin delegasyonlarının damga vuruyor oluşu. Fosil yakıtlarına sımsıkı sarılan devletlerin hükümetleri ve şirketleri karar süreçlerindeki uyumlaşmayı zorlaştırırken, dünyanın suyu gerçekten ısınıyor…
Türkiye’nin son yıllarda karbondioksit emisyonlarındaki bu artışa katkısı büyük. Aksi halde Germanwatch’un hazırladığı İklim Değişikliği Endeksi’nde incelenen 57 ülke içinde güneş ve rüzgar kapasitesiyle açık ara şanslı bir ülkeyken başka nasıl 47. sırada olunabilinir? Anlaşılan o ki, Türkiye bu konuda çaba göstermeyi Avrupa Birliği iklim fonlarından yararlandırılmasına bağlamış… Fakat onaylı projelerle birlikte toplam 56 termik santralin sahibi olarak termik santral, hatta nükleer santral planlarına kucak açıp sermaye kaynaklarını da bu projelere akıtmanın neresindedir iklim için işbirliği niyeti ve gayreti?
Türkiye’nin adının fosil yakıt ve termik santralle anılmasına bir diğer vesile ise geçen hafta Japonya’nın Sinop Nükleer Santrali Projesi’nden çekilmesi haberi oldu. Japonya’nın ileri gelen ekonomi gazetesi Nikkei, Türkiye ve Japonya arasında 2013 yılında imzalanmış olan hükümetlerarası anlaşmayla inşa edilmesine karar verilen nükleer santral projesinin durabileceğini duyurdu. Zira projenin gerçekleştirilmesi için görevlendirilen Mitsubishi, Fukuşima sonrası güvenlik standartları gereğince 22 milyar dolarlık projenin maliyetini 2 katına çıkarıp 44 milyar dolar yapmak zorundaydı ve Türkiye tarafıyla anlaşılamıyordu… Bu nedenle nükleer santral yerine ne kadar ekmek o kadar mercimek köftesi mantığıyla düşük karbon emisyonlu termik santral kurmayı öneriyordu. Ne de olsa bunca zaman dünya kamuoyu her türlü felakete, atık problemine, yaşattığı endişelere rağmen nükleerin temiz, güvenli, ucuz olduğuna inandırılabilmişti… Yeni teknolojilerle kömürlü termik santrallerin emisyonlarının düşürüleceğine, yani kömürün temiz olabileceğine neden inanılmasındı? Ak kömür! Kömür beyazı…
Burda film bitti gibi görünüyor değil mi?
Maalesef bitmedi. Çünkü Türkiye’de hükümet Mitsubishi Şirketi’nden üst düzey yetkilinin bu beyanına istinaden, haberin üstünden 1 hafta geçmesine rağmen nükleer santralin akıbetine dair hiçbir açıklama yapmadı, hatta konuya hiç değinmedi! Mitsubishi de Nikkei gazetesine yaptırdığı haberi internet sitesinde yalanladı. Mitsubishi’nin şirketinin hisse değerlerini koruma çabası içinde olup haberi yalanlaması bir ihtimal olmakla birlikte burada esas soru işareti uyandıran Türkiye hükümetinin tavrı. Esasen Mitsubishi’nin Sinop Nükleer Santral Projesi’nin devam etmesi için satır arasında kalan bir de önerisi olmuştu: Maliyet farkını elektrik üretimine başlayınca faturaya yansıtmak! Güya Türkiye tarafı sıcak bakmamıştı bu öneriye… Öyle ya! Böyle bir haberin yayılması mart ayında yapılacak yerel seçim öncesinde kabul edilebilir şey değildi…
Peki ya seçimden sonra?