Söylenen ile yapılan arasındaki keskin karşıtlık, iddia edilen ilke ve değerlerle onların adına icra edilenler arasındaki uçurum, insanlığın ebedi çelişkilerinin başında gelir. Ne kadar kınanırsa o kadar maruz kalınan bir insanlık durumu olduğundan iki yüzlülük, ya da Batı kültüründeki ifadesiyle “hypocrisy” tarihin her döneminde ahlak ve siyasetin değişmez temaları arasında olageldi. Kutsal metinlerden, felsefeye, siyasetten askerliğe, cinsler arası ilişkilerden eğitime, insanların birbirleriyle temasa geldiği her ilişkide eninde sonunda bir “ikiyüzlülük” momenti gelir çatar.
Bu yaygınlık, insan kişiliğinin gelişiminin de tıbbın alanına girdiği modernlikle birlikte ikiyüzlülüğün yalnızca bir “ahlak” meselesi değil, bir sağlık sorunu olarak da ele alınmasına kapı açtı. Buna göre, ikiyüzlülük, “kişinin psikolojik sağlığını olumsuz etkileyebilir, özsaygı düşüklüğüne, kaygıya, depresyona ve hatta kişilik bozukluklarına neden olabilir.”
Bu tespit gerçekten doğruysa, Türkiye’nin, devlet ve siyasetle temasa gelen herkesin “ikiyüzlülüğü” birbirine bulaştırdığı dev bir tımarhaneden ibaret olduğunu kabul etmemiz gerekirdi. Ancak şu farkla: Sonuçlar Türkiye’deki yaygın ikiyüzlülük mağdurlarının gitgide özsaygı düşüklüğü, kaygı ve depresyonun pençesine düşerken ikiyüzlülüğü bir davranış kuralı haline getirenlerin gitgide tırmanan bir özgüven patlamasına, azgınlık raddesine varan bir coşkunluğa ve kudret sarhoşluğuna kapıldığını gösteriyor daha çok.
Örneğin geçtiğimiz yılın son günlerinde Suudi Arabistan’da oynanamayan “Süper Kupa” karşılaşmasının ardından üç gün sipere yatıp bekledikten sonra “bayramlık ağzı”nı açan Erdoğan’a kulak kabartalım: “Çeşitli provokasyonlarla ve art niyetli söylemlerle ülkemizi kardeş ülkelerden koparma girişimlerinin farkındayız. Yaz aylarında ülkemizin en önemli gelir kalemlerinden biri olan turizmi baltalamaya yönelik dış bağlantılı bir kampanya yürütülmüştü. Şimdi benzer bir dalganın muhalefet partilerinin de desteğiyle bu sefer spor üzerinden oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz.”
Erdoğan lafı “muhalefet”e getirinceye kadar yayarak “ülkeler”den kapı açsa da konunun Suudi Arabistan’da oynanamayan “Süper Kupa” karşılaşması olduğunu herkes biliyor. Ama, “ikiyüzlülük” konunun “ters yüz” edilmesini de kapsıyor zaten. Bu bağlamda Suudi Krallığı’yla “tamamen duygusal” nedenlerle yeniden kucaklaşması öncesinde Tayyip Erdoğan’ın kendi imzasıyla “emperyalist ABD”nin Washington Post’unda İstanbul’da Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda işlenen Kaşıkçı cinayeti bahsinde yayınlattıklarına da kulak kabartalım:
“Kaşıkçı’nın öldürülmesi bir trajedi olmanın yanısıra diplomatik dokunulmazlığın da pervasızca suistimaliydi. Katillerin diplomatik pasaportlarla seyahat etmesi, bir diplomatik temsilciliği suç yerine dönüştürmeleri ve görünüşe göre Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki en üst düzeydeki diplomatından da olayın üzerini örtmek için yardım almaları çok tehlikeli bir emsal oluşturuyor. Belki de daha tehlikeli olan ise katillerden bazılarının ülkelerinde cezasız kalmış gibi görünmesi.
“Suudi Arabistan’daki mahkeme süreci hakkında birçok soru işareti bulunduğu bir sır değil. Mahkemeyi çevreleyen neredeyse tam bir şeffaflık yokluğu, duruşmaların kapalı yapılması ve Kaşıkçı’nın katillerinin fiilen serbest oldukları iddiaları uluslararası toplumun beklentilerini karşılamıyor ve Suudi Arabistan’ın itibarını zedeliyor.”
Bu satırlar Kasım 2018’de yayımlanmış ve üstünden bir ay geçmeden Erdoğan, “dost ve kardeş” Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayetinde belgeleri almak istediğini dile getirerek, “Belgeleri dinletiriz ama vermeyiz, bir de bunları yok mu edeceksiniz. Ses kaydında üst düzey asker açıkça ‘Ben kesmeyi iyi bilirim’ diyor. Bunlar dünyayı enayi zannediyor, insanları enayi zannediyor. Bu millet enayi değil, hesabı sormasını bilir” demişti.
Ve Nisan 2022’de Türkiye bütün belgelerle birlikte Kaşıkçı dosyasını Suudi Arabistan’a devretti. Arada geçen zamanda, Erdoğan yalnızca Kaşıkçı dosyasını değil, Suudilerle Müslüman Kardeşler dosyasını, İsrail’le “one minute” dosyasını, Mısır’da Sisi’yle Mursi dosyasını da kapattı. Kaşıkçı’ya, “Rabia”ya, Mursi’ye “Allah Rahmet eylesin”
Böylece Riyad hiç hesapta yokken “Süper Kupa” finalinin oynanacağı “doğal” mekanlar arasına giriverdi. Ancak devletin ve toplumun laflarını yeme, ve sözlerinden dönme hızları, eninde sonunda hizalansalar da aynı değil. Futbol kulüpleri seyirci ve taraftarların gözlerini ekranda, bedenlerini stadyumlarda tutmadıkça yıllık cirosu, yaklaşık olarak 5 milyar dolar, toplam değeri yaklaşık 10 milyar dolar olan bir futbol endüstrisini döndüremezler. Federasyon, FIFA’nın dünya kupasını Katar’a satmasından aldığı cesaretle geçtiğimiz yıl Süper Kupa’yı Katar’a satmıştı. Bu yıl sıra Suudi Arabistan’a geldi, Federasyon ve kulüpler endüstrinin ve kendilerinin çarklarını yağlamak için 108 milyon dolara Suudi Arabistan’la el sıkışırken akıllarında ne Atatürk, ne başka bir “değerimiz” vardı.
Ama “taraftar” öyle değil, ne kadar manipülasyona açık “apolitik” kitleler sanılsalar da, onlar geniş anlamda politikler. Taraftar olmanın özgün anlamı, “aidiyet”, topluluk halinde coşmak veya üzülmek kapitalist futbol endüstrisinin sistemsel kaygılarıyla veya fırsatlarıyla her zaman bağdaşmıyor. Büyük çoğunlukla AKP’ye oy vermeyen ve Mayıs seçiminde yaşanan yenilginin acısını yaşamaya devam eden iki kulüp taraftarlarının da gidemeyecekleri maça itiraz için iki nedenleri olmuştu: Suudi Arabistan “evden uzak” ve “AKP’ye yakın”dı.
Ne AKP’nin ne Federasyon’un ne de kulüp yönetimlerinin aklına işlerin bu raddeye varabileceği geldi. Geçtiğimiz yıl Beşiktaş ve Antalyaspor pekâlâ Katar’da oynamışlar ve yer yerinden oynamamıştı. Ama işte onun için “futbol sadece futbol değildir” deniyor. Galatasaray ve Fenerbahçe yöneticilerinin, taraftardan gelen tepkilere yanıt vermeden edemeyeceklerini gördükçe “sembolik” adımlar atmaya mecbur kalmaları, atılan her “sembolik” adımın iki takım arasındaki rekabeti bir “milliyetçilik” ve “Atatürkçülük” rekabetine doğru sürüklemesi “Süper Kupa” maçını “taraftar” ile “Suudiler” arasındaki bir maça dönüştürdükçe dizginlenemeyen öfke sonunda ipe sapa gelmez bir “Arap düşmanlığı” histerisinde son buldu.
Bilançoya bakınca bir kez daha “ikiyüzlülüğün” galip geldiğini söylemek mümkün. Erdoğan’ın sonunda bir “Gazi Mustafa Kemal”i oldu, kulüplerin şeref meselesi, ortak açıklamada “organizasyondaki bazı aksaklıklar”a tercüme edildi. Ergenekon’un “Arap düşmanlığı” da taraftarın üzerine boca edildi. Oysa onlar, sadece kendi takımlarının maçındaki heyecana kendi sahalarında ortak olmak istemişlerdi.