Barış Akademisyeni Prof. Dr. Şebnem Oğuz ile faşizme karşı mücadele stratejilerini konuştuk: Kanımca bu özgün durumda izlenmesi gereken strateji hem doğrudan ve temsili demokrasiyi birleştiren bir mücadele, hem de faşistleşen devlet aygıtı karşısında “kalıcı bir ikili iktidar” stratejisi izlemektir. Emek ve Özgürlük İttifakı, tam da bu strateji açısından önemli olanaklar sunuyor
Gülcan Dereli
Barış Akademisyenleri, “Türklük Sözleşmesi”nin üniversiteler ayağında “Bu suça ortak olmayacağız” diyerek önemli bir gedik açmıştı. Ülkenin önemli zihinsel birikimi, bizzat akademi aracılığıyla da inşa edilen “Türklük Sözleşmesi”ne bir çeltik attı. Bu sözleşme uyarınca garde uğradılar, sivil ölüme zorlandılar, işlerinden edildiler. Ancak hiçbir zihinsel birikim, şiddet araçlarıyla tasfiye edilemez. Şimdi çoğunluğu toplum için uğraş veriyorlar, üretiyorlar. Bu hocalardan biri de Prof. Dr. Şebnem Oğuz. HDP Danışma Kurulu’na katılınca istifaya zorlanmasıyla Barış Akademisyenleri yeniden gündem oldu. Şebnem hoca, onurlu duruşuyla bir enkaza dönüştürülen akademi dünyasına yanıt verdi. Ayağını bastığı barış ve toplumsallık zemininden geri adım atmadı. Prof. Dr. Şebnem Oğuz ile faşizmin inşasını, Türklük Sözleşmesi’nin akademideki yansımalarını, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın önündeki olanakları ve barışı konuştuk. Şebnem hocadan zihin açıcı bir ufuk turu…
HDP’nin 5. Olağan Büyük Kongresi’nde oluşturulan Danışma Kurulu’nda yer aldığınız için 10 yıldır öğretim üyesi olarak görev yaptığınız Başkent Üniversitesi’nden istifaya zorlandınız. Size ve HDP’ye yönelik bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soruyu kendisi de 2017’de Barış Bildirisi’ni imzaladığı için KHK ile ihraç edilen sevgili meslektaşım Barış Ünlü’nün kullandığı “Türklük Sözleşmesi” kavramına atıfla yanıtlamak isterim. “Türklük Sözleşmesi” devlet-toplum arasında ve toplumun kendi içinde inşa edilen örtük bir anlaşmadır ve temel unsurlarından biri Kürtlerle duygudaşlık kurmanın ve onlar lehine siyaset yapmanın yasak oluşudur. Bu yasağa uyanlar toplumda ödüllendirilirken, uymayanlar bir dizi mekanizmayla cezalandırılır. Üniversiteler her zaman Türklük Sözleşmesi’nin en sıkı biçimde uygulandığı kurumlar olmuştur. Ancak bu durum 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren Erdoğan’ın HDP’yi terör destekçisi bir parti gibi göstererek erken seçimlerde yüzde 10 barajının altına düşürme çabalarıyla yeni boyutlar kazanmıştır. Bu süreçte AKP iktidarının Cemaate karşı orduyla ittifak yaparak 1990’ların terörle mücadele konseptine geri dönmesiyle birlikte, Türklük Sözleşmesi’ne uymayanlar da 2013-2015 dönemine göre çok daha sert şekillerde cezalandırılmaya başlanmıştır. 2016’da Barış Bildirisini imzalayan akademisyenlere dönük tasfiye dalgasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. O dönemde ben de üniversite yönetimi tarafından görevden uzaklaştırılmış, ancak kısa bir süre sonra göreve yeniden başlamıştım. Geçtiğimiz günlerde HDP’nin Danışma Kurulu’nda yer alışımın ardından hızla istifamın istenmesi ise farklı bir konjonktürün sonucudur. 2018’de kurulan AKP-MHP ittifakı eksenindeki yeni iktidar bloğunun HDP’yi kapatma davası yoluyla kriminalize ettiği bu yeni konjonktürde üniversitelerin siyasi iktidardan özerkliği daha da azalmıştır. Buna rağmen üniversite yönetiminin verdiği hızlı tepkiye çok şaşırdığımı belirtmeliyim. Şaşkınlığımın nedeni HDP Danışma Kurulu’nun partiye dışsal bir yapı oluşudur. Faşizmin derinleşmesi sürecini ne kadar gerçekçi biçimde analiz etsek de bu tür durumlarda sanki demokratik bir rejimde yaşıyormuşçasına şaşkınlık duyuşumuzun her şeye rağmen siyasal eylem kapasitemizi diri tuttuğunu düşünüyorum. Her seferinde “bu kadarı da olamaz” diyebilmek faşizmi kanıksamadığmızı gösteren sağlıklı bir “politik şaşkınlığa” işaret eder.
2015 yılında yaşanan çatışmalı sürecin ardından yüzlerce akademisyen ortak bir metin ile Barış Bildirisi’ne imza attı. O imzacılardan biri de sizdiniz. Birçok akademisyenin görevlerine son verildi. Yine birçok akademisyen yargılandı ve hapis cezaları aldı. O günden bugüne geçen süreç akademi dünyasını nasıl etkiledi?
O günden bu yana bizler için “içeridekiler/dışarıdakiler” ayrımı özgün bir anlam kazandı. “İçeridekiler” (üniversitede kalanlar) ile “dışarıdakiler” (ihraç edilenler) arasındaki ilişkinin niteliği tutsak/özgür ikilemi çerçevesinde paradoksal bir dönüşüm geçirdi. Üniversite dışında kalan arkadaşlarımız bir yandan ekonomik sorunlarla ve “sivil ölümle” boğuşurken; bir yandan da dayanışma akademileri ve benzeri oluşumlarla özgür akademik tartışma ortamlarının yaratılmasını sağladılar. Üniversitede kalanlar ise (giderek daha güvencesiz koşullarda olsa da) ekonomik ve sosyal haklarını korumakla birlikte özgür akademik tartışma olanaklarını neredeyse tümüyle kaybettiler. Bu çelişkili süreçte bu iki kesim arasındaki iletişim ve ortaklaşa mücadele duygusunda da zedelenmeler oldu. Bütün bu zorluklara rağmen barış akademisyenleri olarak kendi aramızda güçlü bir dayanışma kurabildiğimizi düşünüyorum. Ancak bu sürecin politik-toplumsal bir bedeli de oldu. Siyasi iktidarın darbeleri karşısında birbirimizle dayanışarak ayakta kalma çabasına gömülmek zorunda kalışımız, bizleri bir araya getiren esas nedenin, yani Kürt sorununun barışçıl çözümü ve genel anlamda demokratikleşme mücadelesine sunduğumuz katkının ikinci plana düşmesine neden oldu. Bu noktada önümüzdeki on aylık kritik süreçte yeniden ve daha aktif bir politizasyon sürecine gireceğimizi umuyorum. Ancak bu özellikle içeridekiler açısından daha zor. Gündelik yaşamlarını kent merkezlerinden uzak kampüsler ile o kampüslerin yanı başındaki evleri arasında kapalı bir daire içinde tamamlayan, toplumla bağları giderek zayıflayan bir akademisyen kesimi var. Vakıf üniversitelerinde bu durum katı mesai saatleri ve idari iş yükleri nedeniyle daha da ağır yaşanıyor. Bu engellerin ortadan kaldırılmasında sendikalara da önemli görevler düşüyor. Geçtiğimiz günlerde Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi’nin Eğitim Sen Üniversite Şubelerinde fahri üyelik sürecini başlatmasını bu açıdan çok değerli bir adım olarak görüyorum. Depolitizasyonu kırmak için bu tür ortak mücadele biçimlerini çoğaltmak gerekiyor.
Siyasal rejim bir faşizm bloku kurmuş görünüyor ancak içte çatırdamalar, güç kavgalarına şahit oluyoruz. Buna karşı toplumsal muhalefet nasıl bir ortak mücadele hattı inşa etmeli ki mevcut gidişat değişebilsin?
Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle faşistleşme sürecinde iktidar bloğundaki çatlakların geçirdiği dönüşümü anlamamız gerekiyor. Olağan devlet biçimlerinde farklı aygıtların yetki alanları birbirinden ayrıdır ve toplumsal-sınıfsal çelişkiler devlet içinde farklı aygıtlar arasında çatışmalar biçiminde ortaya çıkar. Türkiye’de 1990’larda sendikalar hükümetlerin aldığı özelleştirme kararlarını Danıştay’a taşıdığında bu kararların iptal edilmesi bu tür çatışmaların tipik örneğidir. Faşist devlet biçimlerinde ise her aygıtın içinde paralel iktidar ağları oluşur ve bu ağlar gizli kalır. Burada aygıtlar arasında celişkilerden cok, her aygıtın kendi içinde şiddetli çelişkiler ortaya çıkar ve “ekipler” arasında kulis savaşları şeklinde somutlaşır. Dolayısıyla “iktidar bloğu içindeki çatlaklar” devletin farklı aygıtları (örneğin yargı ile yürütme) arasında değil, her birinin (yürütme, yargı, medya, ordu, MİT, AKP, paramiliter oluşumlar gibi aygıtların) kendi içlerinde gerçekleşir. Ancak bu çatışmalar kendiliğinden çözülmeye yol açmaz, aksine iktidarın manevra yeteneğini artırabilir, çünkü devlet aygıtının her üyesinin kendi hiyerarşik üstüne değil, doğrudan doğruya şefe (“tek adama”) veya onun temsilcisine tabi olması siyasi iktidara büyük bir eylem hareketliliği sağlar. Her güne bir önceki günün krizini geçici olarak çözen bir düzenleme ile uyanabilmemizin nedeni budur. Formel bürokratik hiyerarşinin yerini tek adama bağlı informel bir hiyerarşinin alması, tek adamın farklı güç merkezleri arasındaki mücadelenin getirdiği keyfilik ve belirsizliği manevra alanına dönüştürmesini sağlar. Böyle bir iktidar örgütlenmesi karşısında toplumsal muhalefetin stratejisi de olağan rejimlere özgü seçim-sokak gibi ikilemlerin ötesine geçmek zorundadır. Bu noktada devlet biçimi ile siyasal strateji arasındaki ilişkiyi ele alan tartışmalara dönmek ve tarihsel olarak dört farklı durum tarif etmek anlamlı olur.
Birincisi 1917’de Rusya’da devrimci durum koşullarında Lenin’in önerdiği ikili iktidar stratejisidir. Devletin zor aygıtlarının ön planda olduğu bu koşullarda Lenin iktidarın önce devlet dışında bir odakta, halkın doğrudan söz sahibi olduğu sovyet tipi örgütlenmelerde birikmesini, daha sonra bu örgütlenmelerin devlet aygıtını ele geçirerek ikili iktidar durumuna son vermesini önermiştir.
İkinci tarihsel durum ise seçimlerin askıya alındığı klasik faşizm ve askeri diktatörlük örnekleridir. Devlet biçimi ile siyasal strateji arasındaki ilişkileri en kapsamlı biçimde alan Marksist kuramcılardan biri olan Poulantzas’a göre her iki durumda da bu rejimlerin çöküşünde devlet dışından yapılan toplumsal mücadelelerin doğrudan etkisi olmamış, ancak söz konusu mücadeleler devlet içi çelişkileri derinleştirerek bu rejimlerin çöküşünü hızlandırmıştır.
Üçüncü tarihsel durum Batı Avrupa’da 1970’lerin başından itibaren kapitalizmin derinleşen çelişkileri karşısında iktidarın yürütme aygıtında yoğunlaşmasıdır. Poulantzas’a göre otoriter devletçilik olarak tanımlanan bu rejimlere karşı ikili iktidar yoluyla mücadele etmek yetmez, çünkü ikili iktidar stratejisi “kalenin fethedilmesi” anlamına gelir ancak kalenin içini dönüştüremez. Bu tür rejimlere karşı doğrudan demokrasi yoluyla güç biriktiren toplumsal hareketlerin aynı zamanda siyasi partiler üzerinden temsili demokrasi yoluyla devlet içi ilişkileri dönüştürmeye çalışması gerekir. Poulantzas’ın “demokratik sosyalizm” olarak tanımladığı bu strateji daha sonra Syriza gibi partilerin iktidara gelişinde yol gösterici olmuştur. Son olarak günümüzde Türkiye ve benzeri ülkelerde karşılaştığımız tarihsel durum ise bu üçünden de farklıdır. Bu dördüncü durumda seçimler askıya alınmamıştır ancak devlet aygıtının kendi içindeki dönüşüm faşist devletlere özgü bir biçim almıştır. Kanımca bu özgün durumda izlenmesi gereken strateji hem doğrudan ve temsili demokrasiyi birleştiren bir mücadeleyle devleti dışarıdan ve içeriden dönüştürmeye çalışmak, hem de faşistleşen devlet aygıtı karşısında “kalıcı bir ikili iktidar” stratejisini canlı tutmaktır. Yunan Marksist Panagiotis Sotiris’in Syriza’yı düzenle bütünleşmeye iten stratejik hattı eleştirirken kullandığı bu kavram ikili iktidarın sadece devrimci duruma özgü geçici bir strateji olmadığına, toplumsal muhalefetin devlet aygıtının dışında kalıcı bir biçimde güç biriktirmeye devam etmesinin önemine işaret eder. Türkiye’de bu strateji özellikle ekonomik kriz koşullarında toplumsal muhalefetin kendi kalıcı dayanışma ağlarını ve kurumlarını oluşturma çabasını içererek etkili olabilir.
EMEP, HDP, TİP, TÖP, EHP ve SMF, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kuruluşunu açıkladı. Bu ittifakın önündeki olanaklar ve engeller neler olabilir?
Bu ittifak tam da az önce sözünü ettiğim strateji açısından çok önemli olanaklar sunuyor. İttifakın seçimlerle sınırlı olmayacağı, sadece siyasal oluşumları değil toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini de kapsayacağı yönündeki vurgular, Kürt hareketi ile sosyalistlerin tam da Selahattin Demirtaş’ın Türkiyelileşme konusunda yaptığı haklı önerilere paralel biçimde bir araya gelmesi, ittifakı önümüzdeki süreç açısından çok değerli kılıyor. HDP zaten kendi içindeki sosyalist bileşenler ve HDK içindeki toplumsal hareketler aracılığıyla Kürt hareketinin Batıdaki toplumsal muhalefet güçleriyle birlikte hareket etmesinin zeminini oluşturmuştu. Önümüzdeki süreçte beş sosyalist oluşumun daha HDP ile ittifak yapması bu zemini daha da genişletmiş durumda. Benim bu süreçle ilgili tek kaygım ittifak içinde Kürt sorununu HDP’ye, emekçilerin sorunlarını ise sosyalist partilere havale eden bir iş bölümünün ortaya çıkmasıdır. Böyle bir iş bölümü Batıdaki emekçilerin Kürt sorunu konusunda, Kürt hareketinin de Batıdaki emekçilerin sorunları konusunda duyarlılıklarının gelişmesini sağlayabilecek muazzam bir olanağın heba edilmesi riski taşıyor. Bu noktada özellikle Kemalist kesimlerle ilişkileri daha güçlü olan TİP’e Batılı emekçilerin Kürt sorununa duyarlılığını geliştirme konusunda önemli bir misyon düştüğünü düşünüyorum. Emek ve Özgürlük İttifakı siyasal pragmatizmden kaçınan, batıda Türklük Sözleşmesinin bozulması için samimi adımlar atan, Gezi ve Kobane davalarına aynı ölçüde sahip çıkan ortaklaştırıcı bir duyarlılıkla hareket edebilirse ittifakın herhangi bir bileşenine değil ama toplamda ortaya koyacağı siyasal hatta yakınlık duyacak bireylerin de aktif olarak sürece katılacağını düşünüyorum. Böyle bir siyasal zeminin yaratılması, hem ittifak içinde “örgütlü apolitizm” olarak niteleyebileceğimiz bir sürece maruz kalan pasif bireylerin, hem de örgütsüz kesimlerin seçimleri beklemeksizin şimdiden politik olarak aktifleştirmenin kanallarını açacaktır ve biraz önce sözünü ettiğim “kalıcı ikili iktidar” yolunda önemli adımların atılmasını sağlayacaktır.
Son sorumuz barış olsun. 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne giriyoruz. Hem dünyada hem de ülkede savaş tamtamları çalmaya devam ediyor. Kapitalizmin krizi derinleşirken ve paylaşım savaşları yaşanırken nasıl bir barış? Barış nasıl bir zeminde hayat bulur?
Bu sorunun yanıtının emperyalizme ve Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki konumuna yaklaşım ile doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum. Türkiye solunda emperyalizm tartışmaları tarihsel olarak Türkiye’nin ekonomik kalkınması bağlamında ele alınmış ve bu yüzden de emperyalizm ekonomik alanda tanımlanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye ekonomisinin emperyalist güçlere bağımlılığı üzerinden ulusalcı bir anti-emperyalist dil gelişmiştir. Temel çelişkiyi dışsallaştırılmış bir emperyalizm ile Türkiye toplumunun ulusal güçleri arasında gören ve ifadesini “tam bağımsız Türkiye” sloganında bulan bu yaklaşım, geçtiğimiz günlerde kurulan Sosyalist Güç Birliği’nin de temel çıkış noktalarından birini oluşturuyor. Oysa emperyalizmin çelişkileri kapitalist devletler arasında değil, devletlerin kendi içinde sermaye birikim sürecinin ve toplumsal çelişkilerin idaresinde ortaya çıkar. Bu nedenle anti-emperyalist mücadelenin dışsallaştırılmış güçlere değil bizatihi Türkiye devletine karşı yürütülmesi gerekir. Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisini ekonomik alanda değil devlet düzeyinde tanımladığımızda ve devletin politik-jeopolitik tercihlerini içeride temsil ettiği egemen toplumsal-sınıfsal güçlerin belirlediğini söylediğimizde, ulusalcı yaklaşımın az önce değindiğim açmazlarından kurtulabiliriz. Böyle bir yaklaşım hem Türkiye devletinin kendi sınırları içerisinde ve sınır ötesinde özellikle Kürtlere yönelik olarak üstlendiği yeni emperyal rolleri, hem de faşist rejimlerin temel özellikleri arasında yer alan iç ve dış düşman yaratma yoluyla iktidarda kalma pratiklerini deşifre etmemizi ve kalıcı bir barış politikası geliştirmemizi olanaklı kılacaktır.