Taner Aday
Bir şairi nasıl anlatırsınız? Demem o ki bir şairi anlatmak zordur. İyi bir şair, okuyucusuyla bütünleşmiş gibidir. Yani her okuyan onu tanıdığını sanır. Şairlerin binlerce, yüzbinlerce tanıdığı vardır. Şairlerin binlerce tanımı vardır.
Hele konu Ahmed Arif olunca söze ne gerek var? Evet böyle düşünebilirsiniz. Ben ise yazarların eserlerini okumadan önce, kısa da olsa yaşam öykülerini okurum. Neden mi? Yazdıklarında, kendilerinden az da olsa, birkaç sözcükte de olsa bir iz var mı diye bakarım. Merak işte!
İyi bir şair olmak için mutlaka acı çekmiş olmak gerekir mi acaba? Bence gerekmez. Şairler, acıları olduğu kadar sevinçleri, umutları, mutlulukları da herkesten fazla duyumsayan insanlardır kanımca. Onların duyguları, sözcüklerin içinde vurgu, imge, ritim olarak yer alır.
Ahmed Arif’i şiir seven hemen herkes bilir sanıyorum. Ama onu en iyi anlatan, onun yakın dostu, arkadaşı Cemal Süreya’dır. Başta da dedim ya, yaşam öykülerine ilgi duyarım diye. Cemal Süreya da Ahmed Arif gibi Zazaca konuşuyordu. Cemal Süreya, Dersim/Pülümür doğumlu. Dersim’den sürgün edilmiş. Ahmed Arif ise Diyarbakırlı. Ahmed Arif, Türkçe, Zazaca, Kirmançi ile Arapça biliyor. Şiirlerini Türkçe yazdı.
Cemal Süreya onun şiiri üzerine: “Nazım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan ‘büyük ve bereketli bir ırmak’ gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, ‘asi’ dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. Daha deniz görmemiş çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çağrışan, yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve kimya katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katıksızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde” diyor.
Ulus gazetesinin yazı kurulu odasında, 1959-62 arası, Muzaffer Erdost, Ahmed Arif, Cemal Süreya hemen her gün sabahlara kadar neler konuştular, keşke bunları da yazsaydı.
Ben Muzaffer Erdost’un genellikle sustuğu, ikisinin konuşmasını saygıyla, dikkatle dinlediği kanısındayım.
Ahmed Arif, bir Türk baba Arif Hikmet ile Zaza Sare Hanım’ın sekizinci, en küçük oğlu! Anne babası ile ilgili pek konuşmadı. Sare Hanım sekiz çocuk doğurduğundan başka bilgi yok! En azından ben bilmiyorum. Ahmed Arif, 1946 yılından ölene kadar, hiç yılmadan, baskılara, acılara direnen, özlemlerle, yitirilen umutlarla dolu Anadolu insanlarının umudu, sesi, hıncı oldu.
Yalnız değiliz şiirinde:
“Dostuna yarasını gösterir gibi
Bir salkım söğüde su verir gibi
Öyle içten
Öyle derin
Türkü söylemek, küfretmek,
Çukurova yiğidine mahsustur” dediği gibi, Cemal Süreya’nın “Her şairin konuşma tarzıyla (hatta yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum” dediği de çok yerinde.
Onun yüzü yazdıklarını yansıtıyordu. Evet sürgünler, darbeler, devlet eliyle işlenen toplu cinayetler arasında umudu yeşertmeye çalışan sevgi, topuna meydan okuyan aşk!.. Onun konuşması da şiir gibi idi. Leyla Erbil’e mektuplarını okuyan herkes bilir.
Şair olmak için acı çekmek gerekir mi demiştim. Kanımca insanlara öyle gelmesinin nedeni, onların toplumsal olaylara olan duyarlılıkları, bu olayların, bireyin duygu ile düşün dünyasındaki yankılanmalarını en iyi hissedebiliyor olmalarıdır. Bu yanları ile şairler, toplumun tarihinin vakanüvisleri /kronistleri gibidirler. Toplum yaşamının belli bir döneminde gerçekleşmiş olayların, insanları nasıl etkilediğini, o dönemin şiirlerinde görebilirsiniz.
Bakınız, Roma İmparatorluğu’nun tarihini bir şairin ağzından dinleyince, düşüncenin gelişimini tarihi olarak algılama fırsatımız da oluyor. Söz konusu şair: Quintus Horatius Flaccus. Latince adı ile kısaca HORAZ. M.Ö. 65 yılında doğmuş. Babası azad edilen bir köle. Yani iyi “hizmeti” karşılığında özgür bırakılmış. Kaç kardeşi vardı bilinmiyor. Ama babası ona okuma yazma öğretmiş. Daha sonra da felsefe okuması için Atina’ya göndermiş. (Ahmed Arif de felsefe okumak için Ankara’ya gitmişti.)
Horaz, sözcüğün tam anlamıyla politik kargaşaların ortasında doğmuştu.
HORAZ, Octavian (Augustus) iktidara gelene kadar tüm karışıklıkları, darbe girişimlerini yaşamış; hatta bazı ayaklanmalara karışmış. Sezar ile Pompeius arasındaki savaş sırasında 18-19 yaşında. Pompeius Ermenistan Valiliği sırasında ün kazanmış biri. Brutus ile birlikte Sezar’a karşı. Dersim’de görev yapmış. Hatta Brutus, Kürtler arasında bugün hala “kutlanan” ‘Kagan’ geleneğini Roma’da uygulayan kişi. Bu konu kültür araştırmacılarının alanına girdiğinden sadece anıp geçelim.
Horaz, M.Ö.44 yılındaki Brutus ayaklanmasına aktif katıldı. Antonius’un ordusunda idi. Sezar diktatörlüğüne karşı ayaklanma bastırılınca, saklanmak zorunda kaldı. Ama asla görüşlerinden vazgeçmedi. İnkar etmedi. Oktavian’a yağcılık etmedi. İki yıl sonra gelen genel af ile gene Roma’ya döndü. Maliyede görev aldı. İşte bu sırada şiir de yazmaya başladı. Yazdıkları, dönemin acımasızlıklarını olduğu kadar, felsefi eleştirileri, hiciv sanatını da göstermektedir. Dahası, dönemin dini inançlarına da ışık tutar niteliktedir.
“Lidya için” adlı şiirinde, yaşayamadığı gençliğini “Geceler ay ışığıyla aydınlanmayıp/Kuzey rüzgârı çılgın esince/ Sen de bir gün/Bir sokak başında eski aşıklarına ah edeceksin” diye dile getirir. “Diana için” adlı şiirinde ise “Sen, ormanları, dağları koruyan bakire/ Duasını duyup, doğum yapan kızı ölümden kurtaran / Üç defa yaşama döndüren ilah” diyerek, “bakireden doğma” inancını da duyuruyor.
Horaz bugün yazsa idi gene aynı zevkle okunurdu, Ahmed Arif de elli yıl sonra yazmış olsaydı da gene aynı heyecanla okunurdu. İkisini de ölümsüz yapan şey onların dünyaya bakışları, yaşam felsefeleridir. Somuta ilişkin, insanca, insancıl.
Her ikisini de görkemli yapan, sadelik ile alçak gönüllülüktür. Anılarına saygı ile.