Gündem o kadar dolu ki nerden baksanız, hangi konuyu ele alsanız sayfalar dolusu yazabilirsiniz. Korona salgınındaki çarşafa dolanma, eğitim çıkmazı, ekonomi, enflasyon, işsizlik, Doğu Akdeniz, Suriye, Libya, Irak derken üstüne Azeri-Ermeni savaşı geldi. HDP ve yöneticilerine karşı yapılan hukuk dışı operasyonlar iktidar yanlısı medyanın gözünde ya hiç yok, ya da “teröre karşı mücadele” olarak, yalana ve çarpıtmaya dayalı olarak yer alıyor. Üç aya yakın süredir de köyde yaşadığım için gerek gazetelere erişim gerekse internet sıkıntıları nedeniyle olayları yeterince izleyebildiğimi söyleyemem.
Dün sevgili eşimin anımsatmasıyla aklıma Baro Han günleri ve iki önemli hukukçu geldi. 1978 sonundan itibaren büromu İstanbul Barosu’nun bulunduğu Baro Han’a taşımış, bir süre sonra da sevgili Orhan Apaydın başkanlığında yapılan siçimlerde baro yönetimine seçilmiştik. 12 Eylül faşizmini orada karşılamış, mücadelenin içinde yer almıştık.
Orhan Apaydın’dan, kişiliğinden, hukukçuluğundan ve demokrasi inancından söz etmek istemiyorum, o bir yazının değil, bir kitabın konusu olabilir ancak. Ben, o dönemde gerek sıkıyönetim mahkemelerinde, gerek özel hayatımızda hemen her gün birlikte olduğumuz merhum Gülçin Çaylıgil ve Ziya Nur Erün’den söz etmek istiyorum.
İkisi de meslek hayatlarının başından beri ortak çalışırlardı. Büroları Baro Han’daki yan yana ve ara kapısı açılmış iki odaydı. İki kardeşten, iki aşıktan, iki eşten daha yakınlardı. Kavga da ederlerdi elbet, çünkü iki çok farklı kişilikti. Gülçin Çerkes olduğunu söylerdi. Dobraydı, iğnelemekten kaçınmazdı, günü yaşardı, zevk sahibiydi. Ziya bey Erzurumluydu. Erzurumlu diyorum çünkü kendisi bazan Azeri, bazan Kürt dedirtirdi kendisine. Bildiğim kadarıyla ikisi de değildi, Türktü. Kürtlere yapılan ayrımcılığı kabullenemediği için Türküm demezdi ve kendisine genelde de Kürt Ziya derlerdi. 6 ekim 1922 doğumluydu. O gün doğmuş olmakla öğünürdü birçok şeyle, özellikle yiğitlik ve çapkınlıklarıyla öğündüğü gibi. Çok şaka yapar, çabuk kızar, kırar ama hemen ardından gönül alırdı. 6 Ekim doğumlu olmasıyla öğündüğü bir gün takılmıştım. “Yahu ağabey, sen 922 doğumlusun, cumhuriyet çocuğu değilsin tabii, eee imparatorluk çocuğu da değilsin, seni nasıl tavsif edelim” soruma, “ulan bana “ara çocuğu” mu demek istiyorsun?” diyerek karşılık vermiş, sataşmayı da beğendiğini gülerek belli etmişti.
Baro Han’da hepimizin kapıları açıktı. Duruşmamız yoksa hanın çatısındaki Çatı Restaurant’da öğle yemeklerinde buluşur, birer kadeh de içerdik. Bu yemeklerin sürekli müdavimleri Orhan Apaydın, Gülçin Çaylıgil, Ziya Bey, Levent Akyüz ve ben olurdum. Çünkü Orhan Bey her gün barodaydı, biz diğerlerinin de büroları oradaydı. O yemeklere hemen her gün dışarıdan birileri katılırdı. En çok emekli Büyükelçi Mahmut Dikerdem katılırdı. Turgut Kazan, Medet Serhat, Kazım Kolcuoğlu, Rasim Öz ve daha birçok arkadaşımızla o yemeklerde buluşurduk. Birçoğunun davaları oradaki avukatlarda olduğu için ve sık sık baro ziyaretleri nedeniyle öğle yemeklerine çıkılırdı. Ülkenin ve dünyanın sorunlarını konuşurduk. Mehmet Ali Ağca’nın Papa’yı vurduğunu o yemeklerin birinde öğrendik. Mahmut Dikerdem, Aziz Nesin, Belçika Barolar Birliği’nden baromuzu ziyaret edip görüşmelerde bulunmak üzere gelen konuğumuz Av. Pierre Vandernood (umarım adını yanlış yazmadım), yönetim kurulu üyemiz merhum Nermin Aksın ve İTÜ profesörlüğünden atılarak Merter Muhallesi Muhtarlığı’na terfi (!) eden eşi İbrahim Aksın, baro mudiremiz ve çevirmenimiz Saliha Sultuybek ve eşi meslekdaşımız Osman vardı.
Ziya bey, bir seçimde Aybar’ın Sosyalist Partisi’nden Erzurum’da Senatör adayı olmuştu. Kürt sorununa duyarlığını yukarıda belirtmiştim. Birkaç misafirimi Çatı’da ağırladığım bir gün kendi aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Han komşularımdan ve çok liberal geçinen, sevdiğimiz bir komşumuzun kendisine hayretle “İbrahim Bey’in masasındakiler Kürtçe konuşuyordu” demesine kızarak “ulan Fransızca konuşsalardı, bunu söylemezdin, ne var yani Kürtler, tabii Kürtçe konuşacaklar” bağırdığın söylediler bana.
Gülçin Çaylıgil, bambaşka bir insandı. Sanırım 1964’de öğrenciliğimde tanımıştım. Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Haydar Aksu, Irak Kürtlerinden Hamavendi gibi birçok Kürdün yargılandığı bir davanın sevgili Haydar Özdemir, Seniha Serhat, Işık Aksu ile birlikte genç avukatıydı. Daha sonra sıkıyönetim davalarında hep bir arada olduk ve ölünceye kadar öğünme kaynağı saydığım, en yakın dostlarımdan biri oldu. Ölümünden birkaç ay kadar önce son yıllarını geçirdiği Bodrum’da ziyaret etmiştim.
Hayatı, hukuk mücadelesi ile geçti. Türkiye Barolar Birliği’nde uzun süre başkan yardımcılığı ve bir süre de başkanlığın boşalması nedeniyle vekaleten başkanlık yaptı. Cumhuriyet gazetesinin ve birçok sol davanın avukatlığını yaptığından tanınmış siyasetçiler, yazarlar hep ondaydı. O zamanlar hararetle “Kürtçülük” yapan Doğu Perinçek’i, Yalçın Küçük’ü onun bürosunda tanıdım. Aydınlar dilekçesinde birlikte soruşturmaya uğradık, birlikte Selimiye Kışlası’na ifadeye gittik.
Emil Galip Sandalcı, Patrik Mutafyan, Aytunç Altındal (sohbetlerine doyum olmazdı) ve daha niceleri onun bürosunda tanıdıklarımdı.
Hep “ağabey” diye hitap ettiğim sevgili Ziya Nur Erün’ü ve önceleri “abla”, daha sonra da yaşlı genç tüm yakın arkadaşaları gibi yalnızca “Gülçin” dediğimiz sevgili Gülçin’imizi sevgiyle, özlemle anıyorum. Işıklar içinde uyusunlar.