Yahudilerin artan göçü, ekonomik etkinliği ve toprak sorunu çatışmayı kızıştırıyordu. 1929 yılında Ağlama Duvarı’nda Yahudilerin hakkının olduğu iddiası, gerginliği palazlandıracaktı. Yahudiler duvarı kutsal görüyor, Müslümanlarsa Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs-Sahra’ya yakın olduğu için kutsal sayıyordu
A. Menaf Can
Osmanlı’nın Müslüman tebaasının yaşadığı toprakların çoğu artık yüzünü batılı değerlere dönmüştü. Yüzyıllarca İslam kültür ve hukukunun çatısı altında yaşanan bu topraklarda savaş ve emperyalizm ile yaşanan ve şok etkisi yaratan bu değişime karşın toplumsal refleks gösterilmesi kaçınılmaz olacaktı. Tıpkı ceninin ana karnından deşilerek atılması gibi İslamiyet Ortadoğu’dan sökülüp atılmak istenmişti. Bu ise sert askeri önlemler, kılık kıyafet değişikliğine dek uzanan yasal düzenlemelerle sağlanmak istenmişti. Elbette bu Hristiyanlığa nazaran 600 yıl daha genç olan İslamiyet’in doğal demokratikleşme sürecine ket vuracak ve radikal İslam olgusunu açığa çıkaracaktı. Gelecekte ortaya çıkacak olan yeşil kuşak faşizminin temel dayanaklarından biri ise bu olacaktı. Mısır’da geleneksel yaşantılarına karşıt bir seyir izleyen bu politikalardan rahatsız olan Hasan el Banna isimli bir okul öğretmeni tüm bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlıkla 1928 yılında Arapçası İhvânü’l-Müslimîn olan Müslüman Kardeşler isimli örgütü kuracaktı. Bu örgüt gelecekte hem İsrail – Filistin sorununun önemli aktörlerinden biri olan Hamas’ın kuruluşunda hem de Arap Baharında önemli bir rol oynayacaktı.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Yahudilerin cephesinde ise Herzl’in çabalarını sürdüren Weizmann, Siyonizm sorununu İngiliz kabinesinin gündeminde tutmak için çalışmalar yürütecek, Siyonizm’in Krallığın çıkarlarına hizmet etme potansiyeli taşıdığına dair propaganda yapacak ve bunu başaracaktı. İngiltere tarafından Filistin’de bir Yahudi yerleşiminin desteklemesi Fransa’yı Süveyş Kanalı’na yakın komşu bölgelerden uzak tutacaktı ve bu İngilizlerin stratejisinin önemli ayaklarından birini oluşturacaktı. Bir diğer önemli ayağını ise Osmanlı’nın etkisini zayıflatmak için zamanında mali ve siyasi olarak destekledikleri daha sonra denetime aldıkları Arapların, gelecekte bağımsızlık mücadelesine girişme olasılıklarına karşın bölgede bekçi rolü oynayacak bir Yahudi devletin varlığının kendi çıkarlarına uygun görülmesi oluşturacaktı. Artık güneş batmayan imparatorluk İngiltere, uzun yıllara dayanan stratejik planlamasının meyvelerini topluyordu ve geleceğe yönelik benzer stratejik planlamaları hayata geçiriyordu.
Balfour Deklarasyonu
2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Lord Rothschild’e bir mektup yazarak Yahudi devletinin kurulmasını uygun bulduklarını ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapacaklarını ifade etmişti. İngilizlerin meşhur Balfour Deklarasyonu ile sunmuş olduğu bu stratejik destek uzun vadeli bu planlamanın resmi belgesi olacaktı. Ki bu doğrultuda 1920 yılında İngiliz idaresi altındaki Filistin Mandası’na bir Yahudi olan Sir Herbert Samuel atanacak, Yahudiler ise bundan cesaret alacaktı. Hedefinin, Filistin’i İngiltere’nin İngiliz olduğu kadar Yahudi yapmak olduğunu söyleyen Weizmann gelişmelerden oldukça memnun kalacaktı. Her ne kadar Filistinli Arapların başkaldırısını engellemek için çeşitli adımlar atılsa da inşa süreci böylelikle başlatılacaktı. Samuel bu doğrultuda çalışmalarını aralıksız sürdürecekti. Arapların siyasal yaşama katılımı olmadan mandanın işlevsellik kazanmayacağını düşünen Samuel, Arapları siyasal yaşama ve yasamaya dahil etmeye çalışıyordu, ne de olsa Arapların yönetime dahili Balfour deklarasyonun kabulü anlamına gelecekti. İngiliz devlet aklı, işleri kolaylaştırmak için zora dayalı klasik kolonyalizm yerine iknaya dayalı post kolonyal politikalar yürütmenin daha karlı olduğunu görmüş olacak ki bunu uygulamaya çalışacaktı. Uzun süre kendisine ait olmayan topraklarda hükümranlık yapmanın güçlüğünü biliyor, muhtemelen bunun yerine kendi çıkarlarıyla uyumlu yerel unsurlarla çalışmayı daha verimli buluyordu. Lakin Arap liderler Balfour Deklarasyonu’nu iptal etmeyecek meşru bir hükümetle çalışmayı reddediyordu. Samuel her ne kadar 1923’te bir seçim girişiminde bulunsa da Arap halkının aldığı boykot kararıyla bu plan rafa kaldırılmak zorunda kalındı.
Yahudi göçü artıyor
Yahudilerin Filistin’e göçü ise tüm bu süreç içerisinde sistemli bir biçimde sürüyordu. Kudüs’e çıkma anlamına gelen “aliyah” adı verilen dalgalar halinde gelişen bu göçlerin ilk ikisi cihan harbi öncesiydi. 1919-1923 arasında yaşanan üçüncü dalgada Doğu Avrupa’dan yaklaşık 30 bin, 1924-1926 yılları arasında ise Polonya’dan yaklaşık 60 bin Yahudi vaat edilmiş topraklara göç etmişti. Bütün bu süreç içerisinde Yahudiler, Yahudi lşçi Federasyonu Histadrut gibi kurumlarda örgütleniyordu. Weizmann’ın İngiltere’ye duyduğu stratejik güvenin risk teşkil ettiğini düşünen bir Rus siyonisti olan Revizyonistlerin kurucusu Vladimir Jabotinsky ise Filistin’e büyük bir Yahudi göçü yapılmasını ve hemen sonrasında bir Yahudi milletler topluluğu ilan edilmesi görüşünü savunuyordu. Araplar ise Samuel’in denetiminde olan Yüksek Müslüman Konseyi ile Arap İcra Kurulu çerçevesinde kurumsallaşmaya gitmişti.
Yahudilerin artan göçü, ekonomik etkinliği ve toprak sorunu toplumsal çatışmayı kızıştırıyordu. 1929 yılında Ağlama Duvarı’nda Yahudilerin hakkının olduğu iddiasının ortaya atılması, yaşanan gerginliği palazlandıracaktı. Yahudiler duvarı kutsal olarak görüyor, yıkılan İsrail krallığının yasını tutmak için oraya gitmek istiyorlardı. Duvar ve çevresi ise Mescid-i Aksa ve Kubbet-u¨s-Sahra’ya yakın olduğu için Müslümanlar nezdinde kutsal sayılıyordu. Süleyman Tapınağı’nın kalıntılarından geriye kalan Ağlama Duvarı ile bu tapınağın üzerine inşa edilen ve Müslümanların ilk kıble saydığı Aksa iki toplumu tarihsel olarak yeniden karşı karşıya getiriyordu. Yahudilerin ve Müslümanların tarih sahnesinde yeniden mabet/cami üzerinde karşı karşıya geldiği 1929 olaylarında 133 Yahudi ve 116 Arap öldürülmüştü.
Yaşanan olayların araştırılması için Londra tarafından görevlendirilen Hope-Simpson Komisyonu 1930 yılında soruşturmasını tamamlayarak hükümete; Araplara devlet arazisi vermeyi ve Yahudi göçünü sınırlandırmayı tavsiye edecekti. Göçün sınırlandırılması elbette Yahudiler için kabul edilebilir bir şey değildi. Passfield Beyaz Kağıdı olarak anılan bu belgenin geri çekilmesi için Weizmann İngiltere ve ABD’deki Yahudilerin desteğini alarak hükümete baskı uygulamaya koyuldu. Yahudi lobilciliği bir kez daha 1931 yılında muzaffer oldu ve Ramsey MacDonald Avam Kamarası’nda Weizmann’a yazdığı ve Passfield Beyaz Kağıdı’nın geri çekildiğini bildiren mektubu okudu. Araplar bu mektubu Kara Mektup olarak anacak ve bu olay manda yönetimine duydukları güvensizliği perçinleyecekti. Bunun üzerine Filistin’de durumlar ise gittikçe kötüleşmeye başlayacaktı.
Hitler ve yeni süreç
Büyük savaş sadece siyasi, sosyal ve kültürel sonuçlar doğurmamıştı. Aynı zamanda dünyada ciddi ekonomik sorunlar da baş göstermeye başlamıştı. Ekonomik sorunlar cihan harbi sonrası artmış, 1929 yılında baş gösteren Büyük Buhran, 30’lu yılları etkisi altına almıştı. Özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa gibi sanayileşmiş ülkelerde yıkıcı etkiler gösteren buhran, sanayileşmiş kentlerde işsizler ve evsizler ordusu yaratmış talep dengesinde ciddi ölçeklerde düşüş yaşanmasına neden olmuştu. Sosyal ve siyasal yıkıma neden olan büyük pazar savaşının sonuçlarının kabulünün zorun politikasına bağlı geliştiği ilk on yılın ardından ortaya çıkan Büyük Buhran, yeni değişimlerin habercisi olacaktı.
1921’de Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (NSDAP) başkanlığına yükselecek olan Adolf Hitler bu değişimin tehlikeli habercilerden biri olacaktı. 1932 yılına kadar vatansız statüsünde olduğu için Şansölye olma fırsatına erişemeyen ve iyi bir ajitatör olan Hitler, dönemin İçişleri Bakanı Dietrich Klagges tarafından devlet memurluğuna atanacak ve 1933 yılında Şansölye olması önündeki yasal engelin kalkmasıyla muzaffer olacaktı. Almanların savaşta yaşanan hezimeti sindirememiş olmasından faydalanan Hitler’in yükselişinde, Büyük Buhran’dan daralan alt ve orta tabakanın istemlerine yönelik sunduğu vaatler önemli bir rol oynayacaktı. 1933’e gelindiğinde Yahudiler artık Almanya’da tıpkı Hitler’in bir dönem olduğu gibi yasal olarak vatansız sayılacaktı. Hitler’in yükselişiyle birlikte Yahudi göçünde ciddi artışlar görülmeye başlanacaktı. 1931 yılında Filistin’de Yahudi nüfusu toplam nüfusun yüzde 19’unu kapsarken (174,139) 1936 yılına gelindiğinde bu rakam toplam nüfusun yüzde 28’ini kapsayacaktı. (382,857)
Filistin Arapları Kara Mektuba ve Samuel’in Yüksek Müslüman Konseyi’nin İngiliz odaklı ılımlı söylemlerine karşı öfkelerini diri tutmaya devam ediyordu. 1936 yılına gelindiğinde Arap direniş komiteleri grev kararı aldı ve Arap Yüksek Komitesi’ni kurdu. 1000 Arap ve 86 Yahudi’nin yaşamını yitirdiği olaylar silsilesi İngiltere’nin Filistin’e yeni bir komisyon göndereceği taahhütlüyle sonlandırıldı. Arap Yüksek Komitesi grev kararını geri çekti. Lord Peel başkanlığında Filistin’e gelen komisyon bir rapor yayınladı. Yayınlanan bu raporda Araplar ve Yahudiler arasındaki düşmanlığın sonlandırılmaması durumunda Manda yönetiminin görevini layığıyla yerine getiremeyeceği, bu düşmanlığı besleyenin ise Manda’nın varlığı olduğu ifadeleri yer alacaktı. Peel Komisyonu, hükümete mandanın sonlandırılmasını ve Filistin’in Arap ve Yahudi devleti olarak bölünmesini tavsiye ediyordu. Peel raporunun açıklanması ile yeniden patlak veren olaylarda İngiliz Celile Bölge Komiseri öldürüldü, İngilizler buna Arap Yüksek Komitesini dağıtarak karşılık verdi. Dalga dalga yayılan başkaldırılar 1939 yılına kadar devam etti ve İngilizler 20 bin askerini Filistin’e göndermek zorunda kaldı. İngiltere hükümeti daha sonra Filistin’in bir Yahudi Devleti olmasının politikaları arasında olmadığını, Yahudi göçünün sınırlandırılması gerektiğini ve Filistin’e 10 yıl sonra bağımsızlık verileceğini bildirdiği bir Beyaz Kağıt deklare etti. Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği bir süreçte böylesi bir deklarasyon Yahudileri oldukça güç bir pozisyona koymuştu. Bu gelişmeler karşısında daha sonra İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben-Gurion, “Bu savaşta Beyaz Kağıt yokmuş gibi Büyük Britanya’yla birlikte savaşacak, savaş yokmuş gibi de Beyaz Kağıt’la mücadele edeceğiz,” diyecek ve pragmatik Yahudi diplomasinin esnekliğini gözler önüne serecekti…
Bölüm 4: II. Dünya Savaşı’ndan 90’lı yıllara