Öğrenilmiş zulüm var öğretilmiş zulüm gibi. Hatta artık zulme çalışılıyor; geçmişin lanetlenmiş kötülüklerinden biri bulunup çıkarılıyor. Kötülük suç olarak tanımlanmamışsa her şey mubahtır. İnsan yakmak, insan kaybetmek, cenaze çalmak, ölü parçalamak serbest bir eylem. Cezai yaptırımı devletin bekası için koruma altında.
Kinle ve düşmanlıkla açıklanabilecek bir alçaklığı dinlerde aramak yersiz. Vicdan ve ahlakla ölçülemeyecek kadar dipsiz bir kötülüğü bir yere sığdırmak beyhude. İnsanlık hafızasına havale etmek ve toplumsal hafızayı dürtmek elzem. Aynı derecede bunun bir saldırı olduğu, haysiyete yönelmiş bir nefret saldırısı olduğu diri kalmalı.
Sınanmanın sabır ile bir alakası yoktur. Burada sınanmak saldırıya maruz kalmaktır ve vahşetin yeni örneklerine neredeyse her gün tanık olmaktır. Bilinciyle sınandı insanlar, diliyle sınandı, kemiklerini ararken katledilmeyle de sınandı. Şöyle bir yakın tarihe bakıldığında sınanmanın nereden nereye kadar uzanabildiğini hemen aklına getirebilir insan. Bu sınanma örnekleri buradaki yazı boyutunu aşar, hatta arşivleri bile zorlar. Alıntısı yapılamayacak kadar bol olan bu sınanmalar tarihi yazanı da okuyanı da kahreder.
Geçtiğimiz günlerde annesinin dizinde paketlenmiş bir kutuda bir cenaze gördük. Agit İpek’ti adı, birkaç yıl önce Dersim’de çıkan bir çatışmada hayatını kaybetti, annesi de oğlunun cenazesini alabilmek için bu yıllar içinde çok mücadele etti. En son vazgeçmediği mücadelesi sonucu oğlunun kemiklerini alabildi. Daha doğrusu hakaret edilerek verildi. Paketlenip kargolanmış bir ölü ve fiyatı da 45.20 TL. Bu emaneti teslim etmek babında bir anlayış veya bir yardım değildi. Bu bizzat acı çektirmek için, bir anneyi yaralamak için yapılan bir şeydi. Bir sıradanlaşmış kötülük değil, sırası gelince yapılan bir kötülüktü. İşin aslı alçak bir oyunla bir annenin mücadelesine ceza verilmek istendi.
Biraz geçmişe bakıldığında ortada bir belleksizleştirme, bir kimliksizleştirme hedeflendiğini görüyoruz. Bitlis’in Yukarıölek köyünde Garzan Mezarlığı var. Farklı tarihlerde çıkan çatışmalarda hayatını kaybedip gömülen 267 mezarın bulunduğu bu mezarlık, 2017’nin 19 Aralık’ında yıkıldı ve 267 insanın cenazesi kaçırılıp İstanbul’a getirildi. Bunun üzerine aileler savcılıklara, mahkemelere ve Adli Tıp kurumlarına başvurdu. Kimisi daha sonra ortaya çıktığı üzere İstanbul’daki Adli Tıp Kurumu’na getirilmiş ve daha sonra da habersiz bir şekilde Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na defnedilmişti. Bununla yapılmak istenen, ailelerin yaslarını hatırladığı, ölülerinin evi saydığı bir bellek oluşturma mekânını yerle bir etmekti.
Aradan geçen yıllar içinde cenazelerine sahip çıkan aileler her türlü baskı ve tehdide rağmen yılmadı. Ölülerinin kemiklerini arayan aileler türlü kötülüklerle sınandı. Örneğin, oğlu Abdullah’ın cenazesini arayan baba Metin Karaduman’a yaklaşık elli cenaze gösterildi. Vahşete yeniden sınırlar çizen ve bununla yetinmeyip çizdiği sınırlara depar attıran yetkililer oğlunu arayan babaya 50 ölü göstermiş oldu bile bile. Sürekli alınan DNA ve kan örnekleri kaybedilerek de baba yıldırılmak istendi. O baba halen evladının kemiklerini arıyor. Yine bir Kürt 2014’te IŞİD’e karşı savaşırken hayatını kaybeder. Ailesi cenazesini gömer, taziyesini kurup yasını tutar. Aynı şekilde bu cenaze de kaçırılır ve aile peşine düşer. Geçen süre zarfında ise anne ve baba ölür. Ablası bu defa cenazeyi arar ve nihayetinde bir iz bulur. Abla o süreci şöyle açıklıyor: “Benim DNA testlerim uyuşmadığı için mecburen anne ve babamın mezarını açıp onlardan DNA örneği alacaklar. Yaşadıklarımız yetmezmiş gibi şimdi de anne ve babamın mezarını açacaklar!” Acı çektirme lüksü yükselenler ölüyü ölüye şahit tutarak diriye işkence ediyor. Yine bir başka ölü dört defa gömülüyor…
Bu tür basına çıkan örnekler çok fazla. Basına yansımayan da bir o kadar. Her aileye farklı bir ceza metodu. Çünkü suçları ölülerini çaldırmamak, onlara bir mezar yeri aramak… Devletin ölü çalması suç değil zaten, ailelere ızdırap çektirmek de suç değil sonuçta.
Tanık olan bizlerin zorlandığı bu kahır geçmişi inkara yer bırakmayacak kadar net bir titizlikle unutmuyoruz. Hatırlama ile unutma arasına sıkıştırılan belleğimiz burada ve başka yerlerde yazılıyor. Kürtlerin yas hakkını elinden almaya çalışan bu kötücül akıl, bu kindar düşman hukuku hafıza mekânlarını yok etmek istiyor. Bellek kaybını dayatan devlete karşı mekânlarına sahip çıkan ailelerin mücadelesi neyse ki buna geçit vermiyor. Bir halka tabut diye buzdolabı, kargo paketi reva görülüyor. Bellekteki temsil ile oynanarak yeniden dizayn edilmeye çalışılıyor bir toplumun hafızası. Bu bir başka asimilasyon, bir başka sindirme hamlesi. Ama insan anısını unutur da ölüsünü unutmaz ve peşinden koşar, bu da dert olur.
Şair Nâzım Hikmet ‘Büyük İnsanlık’a şiir yazmıştı neredeyse yarım asır önce. Bir Kürt annesi olan Halise Aksoy ise bunu vahşet olarak tanımlıyor ve 2020 yılında iğne ucu kadar kalmış insanlığı düşünmeye çağırıyor. Belki barbarlık vahşetinden utanır, belki…