AKP, Kürt barışının uygarlaştırıcı aurasından uzaklaşıp sağa yaslandıkça kimyası radikal bir şekilde bozulmaya başladı. “Kendimizi tanıyamıyoruz” diyen AKP’lilerin oranı arttı. Demokrasiye dair kırıntılar, adalete dair tortular bile kalmazken ezilen İslamist profilden, ezmekten haz alan egemen bir profile geçiş yapıldı.
Bu paradigma değişikliğinin en somut toplumsal yansıması iktidara dair her şeyin (komik içeriklerin bile) şiddet formunda sirayet etmesiydi. AKP’lilerin her türlü varlığı şiddete dönüştü denilebilir. AKP’den kopan parçaların yaptığı muhalefet bile bir tür şiddet üretiyor.
Bu şiddet iflasın şiddetidir. Adil olmayı unutmanın, zalimleşmenin, küfrün şiddetidir. Halayın masumiyetine, harflerin ve dillerin kadim gücüne müdahale eden çoraklaşmış aklın şiddetidir. Büyüsünü kaybetmiş, mekanikleşmiş, anlam arayışını yitirmiş yozlaşmış iflasın şiddetidir.
Bu şiddet herkesi öldürebilir, herkesi çöllere sürükleyebilir, kayalıklardan aşağı yuvarlayabilir. Bu şiddet nasıl ıslah edilebilir, nasıl durdurulabilir? Bu sorun Türkiye’nin temel sorunlarının başında gelmektedir.
Şiddetin startı 2015’te başlamıştı. O zamanların şiddeti henüz iflas etmemek için kısmen direnç gösteren bir şiddet türüydü. Günümüze geldikçe sadece şiddet ile ayakta kalabilen iktidar günün sonunda iflasın şiddetine teslim oldu. İktidarın teslim olduğu bu şiddet kaybedenlerin şiddetidir.
Şiddet sarmalında saraya özgü kibrin yerini has bir taşkınlık aldı. Elitlere özgü umursamazlık, yerini her şeyini her an kaybetmekten korkan tüccar tedirginliğine, yönetici ciddiyeti yerini anlık nöbetlere, anlık reaksiyonlara bıraktı.
İktidar elitlerinin olağanüstü rejime alışması kalıcı bir yozlaşmaya neden oluyor. AKP’den kopanların yeniden partiye dönüşünün konuşulmaya başlanması yozlaşmanın başka bir versiyonuna dönüşüyor.
Olağanüstü rejimlerle yönetilmeye alışan ve kurumsallığa karşı olan bir yönetici zümre profili her şeye karar veriyor.
Tüm bunlar bir yönüyle AKP’nin politikayı yapıbozuma uğratması, ancak yerine hiçbir şey koymamasından kaynağını alıyor. Irkçılık ve milliyetçilik bu başıboşluktan besleniyor; ırkçılığa ve milliyetçiliğe teslim olan yığınlar artıyor. AKP’nin günün sonunda yarattığı Türkiye, kof bir yerelliğe, anlamsız bir milliyetçiliğe ve de belirsizliğe teslim oluyor.
AKP tabiri caiz ise kurucu olamadı. Kurulu olanı alt ederek kurulu olanın geleneksel zihin dünyasına teslim oldu. Popülizmin yaydığı mikrop, milliyetçilik rekabeti, hınç ve linç arzusu, kültürel ve politik kutuplaşma kurulu olan düzenden AKP’ye bulaşan ve AKP’den saçılan kötülüklerdir.
İktidar blokunun hâlâ demokratik bir rejimde olduğumuzu iddia edebilmesi ise ironik olsa da aslında çok korkunç. Halay operasyonları, meclis kavgaları, sokak hezeyanları (Bingöl, Eskişehir ve Yozgat’ta sivil insanlara sokak ortasında yapılan saldırılar), bu yazının yazıldığı saatlerde Beykoz Belediyesi’nin düzenlediği Suavi konserine saldırarak “Beykoz’da terörist istemiyoruz.” diye ortaya çıkan güruhun cüretkarlığı hiç de iç açıcı değil.
AKP’de yaşanan paradigma değişikliği Türkiye siyasetini demokrasi ile faşizm arasında sürdürülmesi gereken bir kavgaya itiyor. Bunu giderek daha iyi anlayacağız.
Tüm bu şiddet biçimlerini iç politika ile bağlamını kurduğumuz kadar dış politikada cereyan eden bölgesel ve küresel olaylarla birlikte de değerlendirmek önemli. Kürt meselesinin bu tablodaki yeri nevi şahsına münhasır. Kürtlerle geniş yelpazede sürdürülen kavga ve gerilim hattı karmaşık sonuçlar doğuruyor. Kürtlere yönelik gerilimin güncel tutulması olabildiğince üst tabakaya sahte bir üstünlük ve keyif, alt tabakaya yoksulluk ve acı olarak geri dönüyor.
Çoğu zaman çamurun ortasında saplanıp kaldığımızı hissediyoruz. Yaratılmaya çalışılan yeni politik profillerin de bu çamurun içinden çıkması isteniliyor. Birileri milliyetçiliğe, ırkçılığa eğilimli nitelikte yeni siyasetçileri ülkeyi yönetmek için hazırlıyor. Yeni politik profiller daha şimdiden evrensel insanlık değerlerinden öte, yerel bağnazlığa selam çakmaya zorlanıyor. Evet, yeni siyasetçiler çıkacaksa çamura bulaşmalıdır, çamurdan çıkmalıdır deniliyor. Fakat çamurdan umut çıkmayacağını çok iyi biliyoruz.
Toplumun kurumsallaşmış demokrasiye ve hukuka ihtiyacı var. Krizin aşılmasında üst belirleyen demokrasi ve hukuktur. Ekonomi, demokrasi ve hukuk alanında atılacak adımlara göre düzelebilir.
Büyüyen çelişkiler yönetilemiyor. Türkiye’nin krizi ve çelişkileri yüz yıllık bir arka plana sahip. Bu arka plandan beslenen aklın; insana, topluma ve canlıya bakış açısı çelişkilerle dolu. Ne yereli koruyabilmiş ne evrenseli hazmedebilmiş. Öylece ortada, canım ne isterse kıvamında bir toplum ve yönetim şekillenmiş.
Çelişkiler çatallandıkça krizler büyüyor. Kendi iç dinamiklerini yutmaya yeminli müesses nizam aklı her dönem belli zümreleri zenginleştirmekle meşgul. Zenginlik her zaman olduğu gibi milliyetçilik ile manipüle ediliyor.
Gülistan’ın refleksi
Topluma yeni bir refleks lazım. Kötülükler karşısında zıplayan, yerinde duramayan, adil olmayana anında meydan okuyan bir refleks. Bu refleksin en somut örneği geçen gün Meclis’te TİP Milletvekili Ahmet Şık konuşurken arkasından sinsice yaklaşıp kürsü dokunulmazlığına rağmen saldıran AKP’li Alpay’a anında müdahale eden DEM Grup Başkan Vekili Gülistan Koçyiğit’in refleksiydi. İflasın şiddetine karşı topluma “Gülistan’ın refleksi” lazım. Gülistan’ın refleksi halkların ortak mirası üzerinde büyüyen umudu temsil ediyor. O umut her zaman dimdik kalacak. Gözümüzün içine baka baka yapılan kötülükleri seyretmeyeceğiz. Bunu Gülistan’ın refleksinden bir kez daha öğrendik.