Korkutarak yönetmek eski bir adettir. Hatta ilkel bir yöntemdir. Ama maalesef hiç tedavülden kalkmayan hep güncel kalan bir yöntem… Korku ile yönetmek, korkanların adetindendir. Özgüveni eksik ya da hiç olmayanların hasletidir. Korktukça korkuturlar ve korkuları büyüdükçe korkuya daha çok sarılırlar. Böylece iflah olmaz bir korku sarmalına girerler. Bu yüzden de Korkma! diye başlayan milli marşları olsa da fayda vermez olur.
Korku tüm hastalıklı psikolojilerin anasıdır. Korku rahminde yuvalanır, palazlanır ve büyür diğer bütün kötü hastalıklar. Korkudan dolayı huzursuzluk olur. Onun yüzünden saldırgan olunur. Ondan mütevellit zalim olma durumu peydahlar. Korkuya duçar olundu mu kurtuluşu olmayan bir hastalıklı ruh gelişir. Her şeyden ve herkesten şüphe edilir. En yakınındakinden bile kuşku duyulur. Ve bu derin bir yalnızlığa iter. Bu nedenle korkaklar yalnızdır aslında; etrafında korkuttukları onca kalabalığa rağmen… O kalabalıktakilerin her biri de yalnızdır haddi zatında. Çünkü onlar da açılamazlar birbirine. Ve anlatamazlar korkularını, aşamazlar o korku zindanlarını, yıkamazlar o duvarları ve kıramazlar o prangaları…. Yalnızlar senfonisidir halleri.
Korkanlar muhakemeyi kaybederler. Akıl, izan ve vicdan atıl kalır onlarda. Söyledikleri her söz attıkları her adım çelişkilerle doludur. Sözlerinde düzey, eylemlerinde vakar yoktur. Bayağı basit ve argo konuşmaktan öte bir sözleri kalmaz. Kabadayılık ve mafyalık kokan eylemlerden başka bir eylemleri de olmaz. Konuştukça seviyelerinin olmadığı ortaya çıkar, kendi kendilerinin çapını ortaya koyarlar. Her adımlarıyla daha derin bir batağa ve çukura doğru yol alırlar. Önü alınmaz bir çöküşe hızla ilerlerler. Hasbel kader uyaranları olsa ihanet damgasıyla mühürlerler. Öyle bir haleti ruhiye içinde gark olurlar ki her söylediklerine her yaptıklarına eyvallah demeyen herkes gaflet delalet ve ihanet içindedir.
Korkaklar korktuklarını bir bir yok etmek isterler. Böylece rahata kavuşacaklarını zannederler. Gözlerinin önünden kaldırdıkları korktukları her kimse beyinlerinde nakşolur ve her an onu görürler karşılarında. Bir halüsinasyon haline mecbur kalırlar. Her nereye ve kime baksalar onları görürler. Gözlerini kapadıklarında karşılarına onlar dikilir ve siluetleri belirdikçe gözlerinin önünde çılgınlık verecek kadar bir sinir bozukluğu yaşatır. Kimyalar ve sinir sistemleri allak bulak olur. Bu yüzden sesleri yükselir, bağırıp çağırmak olmazsa olmaz özellikleri haline gelir. Bağırarak bastırmaya çalışırlar korkularını. Ama nafile… Sesleri yükseldikçe korkuları da bağırışlarıyla orantılı büyür.
Korktukları için saçmalarlar. Edirne’de gerçekleşen bir ziyareti Suruç’ta işlenen vahşi bir cinayete sebep kılarlar. Öyle bir bağıntı kurarlar ki tüm insanlık selama durur, bu nasıl bir cehalet diye… Bütün varlık saygı duruşuna geçer, bu nasıl bir büyük bir ahlak diye… Bunla da yetinilmez daha üst meziyetler sergilenir. “Bir oyluk canları var’’ sözü ölüm tehdidi olarak algılanır. Biyolojik yaşı 50’nin üzerinde bir zat bu safsatayı milyonların gözlerinin önünde utanmadan sıkılmadan söyler. Ve tüm eşya bütün çeşitliliğiyle ihtirama bürünür bu sınırsız utanmazlık karşısında.
Bu korkulu halleri öyle bir hal ki ne ruhbilim bir yorum yapabilir ne de bir teşhis koyabilir. Bu hali anlatmaya kelimeler kafi gelmez. Hiçbir dilin zenginliği bu derin hale izahat getirmeye kafi gelmez. Bu hal anlatılamaz ancak yaşanılır… Adı üzerinde hal!
O halde bu halle baş başa bırakalım onları.
Cesareti kuşanalım, yaygınlaştıralım, bulaştıralım.
Korku ve cesaretin mücadelesidir yaşadığımız. Bu mücadelede korkuya yenilmek onurlu yaşamayı isteyen hiç kimseye yakışmaz.
Ya cesareti kuşanıp tüm korkuları yeneceğiz ya da korkuya esir düşüp hastalıklı bir ruh ile yaşamayı göze alacağız.
Unutulmasın ki korkunun ecele faydası yoktur. Olmadı olmayacak da!
Ecel neyse o olacaksa o halde korku neden?