Bu köşedeki bir yazım nedeniyle bir malum yayın tarafından gazetemizin “terör örgütünün yayın organı” olarak hedef gösterildiği ortaya çıktı. Şaşırtıcı değil. Bu tür müdahalelerle ülkede habercilik yasak, gazetecilik de suç haline gelmiş bulunuyor. Gazeteciler, sabah-akşam beyaz TV-atv-akit-karait hakkımda ne der; ya troller tarafından hedef gösterilirsem; pelikancılar ya da saray zevatı duyar da malum şahıs savcılara bir talimat verirse vay halime gibi kaygılar içinde işlerini yapamaz hale geldiler. Öte yandan iç siyasette AKP’ye muhalif olmakla birlikte beton-devletçi olmaları hasebiyle anaakım muhalefetin de aynı ağızdan konuştuğu dış politika konuları söz konusu olduğunda, ülke içinde başvurulacak herhangi bir haber kaynağı bulmak mümkün değil. Dış basında geniş yer bulan “cihat otobanı” ya da IŞİD-Türkiye petrol hattı gibi olgular Türkiye kamuoyu nezdinde “hiç vuku bulmamış” şeyler.
Bu koşullarda hedef gösterilmeyi sevindirici bulmak için hemen iki neden öne sürülebilir. Birincisi; bunu yazan şahıs vesilesiyle o yayının okurları arasından merak edip Yeni Yaşam’a bakmış bir iki aklı başında insan, hayatları boyunca kendilerinden esirgenmiş gerçeklerle ilk kez karşılaşmış olabilirler. Bu, gazetecilik faaliyeti açısından önemli bir kazanım. İkinci neden ise şu: Uzunca bir süredir öyle bir ülkede yaşamaktayız ki muhalif olma iddiasında olup da o malum yayın tarafından hedef gösterilmemiş bir insan iseniz eğer, muhalif çevrelerde de dikkate alınmayı hak etmezsiniz. Amiyane tabirle, onlar tarafından hedef gösterilmemiş adama bizim mahalleden kız vermezler. İşte en azından bu iki temel nedenle, şahsım ve gazetemiz adına bunları yazan ya da yazdırılan şahsa, şahsiyeti, esas mesleği ve meşrebi her ne olursa olsun, teşekkürlerimizi iletmeyi borç biliyorum.
Türkiye’de gazeteciliğin düşürüldüğü seviye üzerine daha çok şey konuşulabilir ama şimdilik “kervan yürür” diyerek bu haftaki sorumuzu soralım: Ankara’da gerçekleşen Idlib zirvesinden çıkan sonuçlar neler? Türkiye medyasına bakmamak gerekiyor çünkü muhtemelen “Erdoğan’ın büyük diplomatik zaferi!” gibi manşetler uçuşmaktadır. Rus basınında ve Avrupa-ABD medyasında ise genel kanı, cihatçı terör varlığının İdlib’in düşmesi ile sonlanacağı ve artık Suriye’nin geleceği üzerine konuşma zamanının geldiği yönünde. Ama her şeyden önce çözülmesi gereken bir soru ortaya çıkıyor: Cihatçıların dönüşü nasıl olacak? İşte bu acil soru üzerinden bütün gözler, “cihat otobanı”nın en azından coğrafi ev sahibi olması hasebiyle Türkiye’ye çevrilmiş durumda.
Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri, sayıları 6,500 civarında olan cihatçı vatandaşlarını geri kabul edip yargılama konusunda hiç istekli görünmüyor. Bu sayı, Avrupa ülkelerinden cihatçıların eşi sıfatıyla Suriye ve Irak’a geçmiş olan kadın vatandaşlar eklendiğinde en az ikiye katlanıyor ve yargılama meselesi daha da problemli hale geliyor. Rusya’nın, “kendi teröristleri” saydığı, sayısı en az 7,000 olarak tahmin edilen kendi vatandaşı ya da eski Sovyet cumhuriyetlerinin vatandaşları hakkındaki tavrı ise son derece net. Dışişleri Bakanı Lavrov’un deyişiyle, “eğer bir şey, teröriste benziyor, terörist gibi yürüyor ve terörist gibi dövüşüyorsa teröristtir.” Bu tespit üzerinden Rus yönetiminin, yakın geçmişte kendi topraklarında huzuru yeterince bozmuş olan cihatçıların hepsini bir arada bulmuşken toptan imha etmeyi hedeflediği biliniyor.
Avrupa’nın tereddüdü nedeniyle binlerce IŞİD’li halen DSG tarafından savaş esiri olarak tutuluyor. Rusya ve müttefikleri ise, sayılarının on binleri bulduğu söylenen cihatçıyı İdlib’de kıstırmış durumda. Son haftalarda ülkenin ana arterleri olan M-4 ve M-5 otobanları da Suriye yönetiminin kontrolüne geçmiş bulunuyor. Türkiye; Rusya ve Suriye güçlerinin amaçladığı topyekun imhayı geciktirmek için elinden geleni yaparken, böyle bir hamlenin Batı kamuoyunda yaratabileceği tepkiler de Rusya’yı yavaşlatıyor. Erdoğan da Fırat’ın doğusuna TOKİ konutları inşa ederek İdlibli cihatçılarla ailelerini yerleştirmekten söz ediyor.
İşte geçtiğimiz hafta Ankara’da bir araya gelen Türkiye, Rusya ve İran devlet başkanları arasında bunlar konuşuldu. Bu çerçevede sorulması gereken çok soru var ama en başta batısı ve doğusu ile kimsenin geri kabul etmek istemediği hatta ortadan kaldırmak istediği cihatçı gruplar için AKP rejimi neden bu kadar kaygılı? Bunları nereye göndermeyi ya da gelecekte hangi amaçlar için kullanmayı hedefliyor? Türkiye yetkilileri, Suriye devleti ile görüşmelere başladı mı? Öyle ise nelerin pazarlığını yapıyorlar? Bunlarla uğraşmaya mecbur bırakılarak güney komşusunun geleceği üzerinde söz sahibi olmaktan dışlanmasının sorumluları kimler?
İktidarın ne yapacağını bilemediği ortada. Kifayetsiz muhalefet ise doğru soruları sorarak kamuoyunu bilgilendirmek ve doğru eleştirilerde bulunmak yerine PYD’yi dışlayan bir Suriye konferansı yapacakmış. Yakışır. Ne de olsa memleketin iktidarı da ana muhalefeti de son tahlilde beton-devlet-Adapazarı. İ