Tahtında oturan adam gergin. Karşısında el pençe divan on kadar başdanışman. Birinden gazete haberlerini kendisine özetlemesini istiyor. Diğerinin döviz kurları raporunu dinliyor, vb… Sonra her birine talimatlar vererek huzurundan dışarı gönderiyor. Geriye bir başdanışman kalıyor ki o adamın sağ kolu. Onunla, en son kimlerin kendisine karşı komplolar çevirdiği hakkında (ki bu kişiler bazen az önce dışarı çıkan başdanışmanlardan biri ile ilişkili de olabiliyor) teatide bulunup o şahısları gizlice takibe alması talimatını veriyor.
Hayır olay Ankara Beştepe’de değil İstanbul Yıldız Sarayı’nda, üstelik bundan yüz küsur sene evvel geçiyormuş. O adam da sandığınızın aksine Abdülhamid imiş. Başdanışmanlar da aslında hünkârın danıştığı paşalarmış. Nereden anlıyoruz? Bir kere o kudretli adamın tuhaf kıyafetleri, başında fesi, bir de elinde değneği var; Kızıldeniz’i yararcasına gümm! diye yere vuruyor sıklıkla. Bu zamanda Beştepe’de olmaz öyle şeyler. Ama yine de tarih filozofu Hegel’in, yaptığı bir saptamayı akılda tutmakta yarar var: “Bütün tarihsel büyük olaylar ve şahsiyetler, hemen hemen iki kez yinelenir.”
Dizi deyip geçmemek gerek. Hele “tarihi” dizi… Öncelikle, ülkemizde kitle kültürü tüketicileri, okullarda beyinlerine kazınıp duran “Sakarya, Dumlupınar, Malkoçoğlu” hamaseti ötesi bir tarih anlatısı ile ilk kez “The Tudors” esintili “Muhteşem Yüzyıl” dizisini izlemek suretiyle tanışmış oldular. Sonrası hepimizin malumu… Tarihe ve tabi ki “harem”e gösterilen popüler teveccüh, tarihi konu alan televizyon dizilerinde bir patlama yaşanmasına yol açıyor. Toplum, kolektif geçmişini buralarda arıyor, öğreniyor. Günümüzde tarihi dizi sektörünün de inşaat sektörü gibi bir aşırı şişkinlik krizi içinde olduğunu tahmin etmek zor değil ama eğitsel işlevini bütünüyle yitirdiği de iddia edilemez. İşte bu koşullarda, son yıllarda TRT yani siyasal iktidar da son derece araçsal bir tarih yaklaşımıyla sektöre el atmış bulunuyor. “Payitaht” ve “Diriliş”, iktidarın üzerinde titrediği diziler.
Araçsal derken şöyle: Geçen sezon (geçen yıl) Almanya ajanlarının suikast girişimlerine karşı (Alman ajanı Parvüs, “Abdülhamid yok edilmelidir çünkü çok aşırı zeki bir hükümdardır” diyor) Rus ve İngiliz dost devletlerinin yardımıyla ölüm-kalım mücadelesi vermekte olan Abdülhamid (Avupa Birliği ve Almanya ile geçen yıllardaki sorunları hatırlayın), bu sezon ansızın gerçek düşmanın Almanlar değil “uluslararası finans-kapital” olduğunun farkına varmıştır. (Zamanımızın “yapay” döviz krizi başka türlü nasıl izah edilebilir?) Artık Alman devleti dost, ülkeye standart tohum ve hamburger sokarak “bizi esir etmeye” çalışan ABD sermaye çevreleri ise başlıca düşmandır. Bu kez dünya finans-kapitalinin önderi Mister Rothschield, “sermayemizin küresel egemenlik projesinin önündeki tek engel, Osmanlı hanedanı ve Abdülhamid’dir” saptamasında bulunuyor. Bu “film icabı” Abdülhamid, dış mihrakların bu hain komplolarından sefaretlere hediye ettiği telefonların içine dinleme cihazları yerleştirme talimatı vererek haberdar olacaktır.
Telefon dinlemek ne kelime; Osmanlı tebaasına telefon kullanımını külliyen yasaklar ve bu durum, şizoid-paranoyak bozukluk emaresi değil, devletin bekası adına milli bir zaruret olarak sunulur (demek ki, iletişim kanallarını takip, engelleme ve yasaklama uygulamaları meşrudur). “Kahraman” hafiyeler, hünkâra karşı komplo kurduğundan şüphelendikleri kişileri işkenceyle “öttürürler” (burada seyirci güler), vb. Örnekler çok ve dizi devam ettikçe çoğalacağından hiç kuşku yok.
Kısacası, tarihten beklenen, siyasal iktidarın güncel pratiğini her hafta kitle kültürü tüketicileri nezdinde meşrulaştırma malzemesi olmasından başka bir şey değil. Dış siyasette artık izlemekte zorlandığımız dönüşler silsilesi, içeride topluma yaşatılan yasaklar, “olağanüstü hal” baskıları, vb. “Abdülhamid de öyle yapmıştı çünkü milli ve dini menfaatler söz konusu idi; böyle şeyler büyük devlet adamlığının fıtratında vardır” önermesiyle meşru uygulamalar olarak izleyiciye sunuluyor. Tarihe araçsal yaklaşım, Abdülhamid’e yüz küsur sene sonrasından duyduğu sesleri paşalarına ve zevcesine aktaran bir medyum, Erdoğan’a da karnından konuştuklarını Abdülhamid’in ağzından seslendiren bir vantrolog hünerlerini bahşetmiş oluyor.
Erdoğan-Abdülhamid ilişkisi bir televizyon dizisi ile sınırlı değil; maddi hayatta söylem ve pratiklerini de belirleyen adeta bir “reenkarnasyon” inancı içeriyor. Bu durumda, Hegel’den başta yaptığımız alıntıya Marx’ın yaptığı ilaveyi hatırlatmaktan başka yapılacak bir şey kalmıyor: “Hegel, büyük dünya-tarihsel vakıaların ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse komedi”.