Türkiye’nin son yıllarına damgasını vuran siyasi ortamda hoyratça hırpalanan, şeytanlaştırılan kavramlardan biri de ‘ideoloji’ oldu. Herhangi bir konuda belirtilen görüşler, şayet iktidarın çıkarlarına zarar veriyorsa, en yaygın suçlama tanımı olarak ‘ideolojik’ sözü kullanıldı.
İktidar yönünde durum böyleyken, sözde solcu çevreler de benzer bir reddiyeyi ‘kimlik siyaseti’ kavramı için kullandılar. Birileri bireysel veya örgütlü olarak etnik ya da dinsel farklılıklardan ötürü oluşturulan mağduriyeti dile getirdiğinde, karşılaşacağı tepki belliydi: “Kimlik siyaseti yapıyor.”
Bu kesime göre esas olan sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaydı. O halledildiğinde kimlikten kaynaklanan sorunlar da, kadın mağduriyeti de, çevresel yıkımlar da kendiliğinden çözüme kavuşacaktı. O aşamaya gelinceye kadar bunlardan söz emek, sınıf mücadelesine zarar verecekti.
İşin vahim yönü, sınıf mücadelesini yaşamdan soyutlayarak sürdürmeye çalışanlar, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası oluşan Neo Liberal Yeni Dünya Düzeni’nde, yani sermayenin küreselleştiği aşamada o güne kadar elde ettikleri tüm kazanımları kaybettiler. Emekçi sınıfların örgütlülüğünü temsil eden sendikal hareket işlevsizleştirildi. Çalışma koşulları ve ücretlendirme politikaları emekçinin kayıpları üzerine yeniden tasarlandı. Üretim, işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırıldı. Çalışanlar daha az ücretle daha uzun çalışma saatleri dayatmasına karşı işsiz kalma korkusuyla razı edildi.
Bu aşama tam da taleplerin ideolojik bir bakış açısı içinde değerlendirilip sunulmasını gerektirirken, bu anlamda herhangi bir vaadi olmayanlar siyaset meydanını salt temsil ettikleri etno-dinsel kimlikler üzerinden ele geçirdiler.
Türkiye’nin Ortadoğu veya Kuzey Afrika’da cihatçı hareketlerin toplumun hangi sorununa çözüm getirecekleri konusunda bir cevapları yoktur. Bu hareketleri destekleyen kitlelerin de zaten böyle bir soru sormaya niyetleri yok. Ortada olan şey, gelişmiş bir Avrupa, Batı ve Hıristiyan kültürü karşısında geri kalmışlığın hesabını daha da geriye sarılarak sormak oluyor.
Üstelik bu ideoloji yoksunu gerici tepki, bulaşıcı bir etkiye yol açarak kaosu daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor. Yukarıda andığımız Neoliberal küresel kapitalizm Avrupa’nın ortak değeri olunca, burada da kimlik siyaseti İslam karşıtlığı üzerine şekilleniyor. Sıradan insanların sahip oldukları medeniyeti kaybetme korkusu, milliyetçi ve dindar partilerin seçim zaferleriyle kendini gösteriyor. Buna alternatif olacak sol bir siyasetin de esamisi okunmuyor. Sonuçta var olan şartlar içinde serbest piyasa ekonomisi denen buldozerin yoluna taş koymak hiç de kolay değil.
Bugün Gazze’de yaşananları da bu çerçeve içinde değerlendirmek zorundayız. Laik yönü ağır basan Filistin özgürlük mücadelesi yıllar içinde Hamas’ın temsil ettiği cihatçı akım tarafından ele geçirildi. Karşıtlığı da ‘vaadedilmiş topraklar’ üzerinde alanını genişletmeye çalışan Ortodoks bir fanatizm.
Batı ise bilindik türküyü yineliyor: “İsrail’in kendini savunma hakkına saygılıyız.”